Kenan Fani Doğan

Kenan Fani Doğan

06 Mayıs 2011

Zazalar üzerine kısa notlar..


Başkenti ile aynı adı taşıyan, greklerin Arsamosata dedikleri, kürtçede Aşmişat şeklinde anılan krallığı incelemenizi öneririm. Aşmişat (bugünkü adı Xraba), Palu'nun hemen yanıbaşında yer alır. İsmi bile kürtçede Ay anlamına Aşm sözcüğüyle ve site devletlerini isimlendirmekte kullanılan Şat sözcüğünün bileşiminden oluşmuştur. Ay Krallığı anlamını verir.

Part bahsi çok önemlidir. Kürt aşiretlerinin oluşturdukları konfederasyonlara, aşiret topluluklarının Hazar (Kaspis) Denizi'ninin doğusundan Halis Irmağı (Kızılırmak) yayına kadar yayılmalarına dair çok önemli bilgiler Part bahsinde saklıdır. Partların başlangıçta kullandıkları resmi dil ile son dönemlerinde kullandıkları resmi dilin, dini inançların incelenmesi kürt lehçelerinin eski dönem özelliklerine ve ateş tapımına dair bilgiler sunmaktadır. Partlar, Darius döneminde kralları Çitran Tohatma'nın idam edilmesini müteakiben Arbela'dan Xorasan bölgesine sürülmüş Sagartiyalıların torunlarıdır. Bu toplu sürgünden sonra Hellen egemenliğine ilk başkaldıran ve İ.Ö. 9. yüzyılda olduğı gibi bütün İran'ı ele geçirenlerin Eşkanların(Part) oldukları konusunda kuşkuya yer bırakmayacak açık kanıtlar vardır. İlginçtirki Partlar güçlenme döneminde ilk başkentleri Nisa şehrini bırakarak Hemedan'ı (Ekbatan) yeniden başkent edindiler, imparatorluk döneminde ise başkentlerini eski başkentleri olan Arbela (Hewler) kentinin güneyinde kurulu Medain'e taşıdılar. Akdeniz'deki en önemli liman kentleri bugünkü Hatay sınırları içinde kalan Çolig kentiydi. Su kıyısı anlamına gelir.

Kommogene krallığı Parto-hellenistik krallık olarak anılır. Bu dönemde yöredeki akarsu ve yerleşme birimlerine verilen isimleri eski haritalardan bulup Kiğı'daki yerleşme birimleri ve akarsuların isimleri ile karşılaştırılması halinde özdeşlik derecesinde benzelikler müşahade etmek mümkün. Dahası bir Samosata, yani bir Şemşat da Kommogene sınırları içinde yer almaktadır.

Bizler Part ve Kommogene döneminde olmak üzere Roma'yı iki kez yenilgiye uğratmış bir halkın öz evlatlarıyız.

Lulu ismi, Kassitlerin ışık tapımı dolayısıyla aldıkları dini sıfatlandırmadır. Yüce parıltı şeklinde çevrilebilir. Kürtçedeki oğul anlamına gelen lac (zazaki), lawo-lawuk (genel) kelimelerinin kökeni, Kassit inancında yer bulan, kutsal parıltı izafe edilen oğul tanrının, dolayısıyla ışık anlamındaki "Lu" sözcüğüne dayanır. Lulu sözcüğünü ışıklı, ışık saçan anlamında çevirmek doğru olur. Kassitler, Asur ve Babil baskısı sonucu yerlerini terkederek Hazar denizinin batısında yoğunlaştılar. Demirkapı'dan Hemedan'a kadar olan bölge eski belgelerde Kassitlerin varlığı dolayısıyla Kassiana şeklinde isimlendiriliyordu. Kassiana bölgesi Küçük Medya da denilen bugünkü Azerbaycan'la çakışmaktadır. Bilahare bu bölgede Med kabileleri hareketlenecektir. Kassiana bölgesine daha sonraları Kaspiana denildi. Hazar denizinin bir diger adı olan Kaspis isimlendirmesi Kassitlere izafeten verilmiş bir isimlendirmedir. Part ve Sasani belgelerinde yöreye Kazvin denilmektedir. Geriye bugün sınırları küçültülmüş İran'ın Kazvin eyaleti kalmıştır. Hazar'ın doğusu ve batısı coğrafya olarak Kuzey İran'dır. Zagrotik bir dil olması gereken Kürtçenin Kuzey İrani dillerden sayılmasının yukarda saydığım halk topluluklarının Kuzey İran coğrafyasında yayılmalarıyla ilgisi vardır. Bu toplulukların kullandıkları sayısız lehçelerden farsça değil kürtçe türemiştir. Kürtlerin dili Kuzey İran'ı gösterirken Kassit ve Part dilini işaret ediyor. Yani Kaşşu ve Zag kökenini. Siz buna Kassit ve Sogd da diyebilirsiniz. Gerçeğinde ise ne Kassitler ne de Zag kavimleri İran orijinli değildirler, Zagrosların batısında tarih sahnesine çıktıklarına Asur ve Hitit kronikleri tanıklık ediyor. Hitit ve Asur kroniklerinin Kaşşu ve Azzi kavimlerini Zagrosların batısında gösterdiği tarihlerde tüm İran'da Dravidi Elam dili konuşulmaktadır ve Hitit'in M.Ö. 11. yüzyılda son bulduğu tarihten daha öncesine ait hint-avrupalı dilde yazılmış herhangi bir belgeye İran coğrafyasında bugüne kadar rastlanmamıştır. Sonraki dönemlerde Persleri ve Zekertuları İran'la ilişkilendiren prehistorik anlatımlar Asurlulara aittir ve M.Ö. 9. yüzyıldan daha öncesine gitmez.

Azzi-Hayaşa bahsi Medlerin tarih sahnesine çıkışından 8 yüzyıl öncesine denk düşer. Etnik bir isimlendirme olan Hayaşa isimlendirmesinin günümüzde Hayastan olarak kendini sürdürdüğünü biliyoruz. Azziler ise bugünkü Gürcistan'ın kuzeyi ile Ukrayna'nın güneydoğusunu kapsayan topraklarda İ.S. 4. yüzyıla kadar devlet olarak varlık sürdürdüler. Azzi devleti tarihi kayıtlarda bir part devleti olarak belirtiliyor. Azak denizine eski haritalarda Az denizi deniyor.

Cibran konfederasyonunun iki büyük kolundan biri Halidbeglu diğeri Sekerbeglu'dur. "Beglu" ekinin türkçe olduğu sanılırsa da değildir. Beg sıfatı İrani dillere aittir. "lu" ise Hititçe aidiyet ekidir. Sözcüklerin esası Halidi ve Sekeran'dır, bazı yörelerde "Ş" ünsüzü ile Şekeran şeklinde de telaffuz edilmektedirki hint-avrupalı dillerde s-ş geçişleri son derece olağan ve yaygındır. Beg sözcüğü mîr'le eşanlamlıdır. Önce tanrı sonra kral anlamına gelir. Mîr'in ayrıca güneş anlamına geldiğini de biliyoruz.

Zekertu, Sakawana, Zakistan, Seistan, Sistan, Susa, Sason sözcükleriyle birlikte ele alındığında Sekeran sözcüğünün de Haldi gibi dini ayrışmayı ifade ettiği söylenebilir. Eski inançlarda yer bulmuş çoktanrılılık bağlamında Haldi'nin baba tanrıya, Seker'in oğul tanrıya denk düştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu analiz sadece Cibri konfederasyonunun eski inançları işaret eden isimler taşıdığını kanıtlamakla kalmaz, aynı zamanda kökende zazalar ile hiçbir ayrılığını olmadığını, Zagrosların batısında tarihin ilk dönemlerinden beri varolduğunu açıklar. Dahası "Şeker Baba" isimlendirmesi ve kutsiyeti tahtında Dersim aşiretleriyle dini ve tarihi bağlarını gözler önüne serer.

Sik, Seg yada Sek kök sözcükleri tanrı anlamına gelmektedir. Dersim aşiretlerinin genel adı "Dusiki" dir ki zazalar arasında yöreye göre Duzgun şeklinde de telaffuz edilmektedir. Her iki sözcük de Dımîli ile anlam birlikteliğine sahiptir. Dı ve du sözcükleri tartışmasız iki olduğuna göre Dusiki isimlendirmesinin iki tanrılılık şeklinde bir düalizme tekabül ettiği açıktır. Dersim inançlarının kökeninde Güneş tapımı olmakla birlikte Ay tapımı da vardır. Baba tanrı da tapım görür, fakat başat tanrı oğul tanrıdır. Oğul tanrı sadece baba Güneş'in değil, aynı zamanda anne Ay'ın oğludur. Bu nedenle ikili bir güce ve soyluluğa sahiptir. Güneş'in adaleti, savaşçılığı, yöneticiliği temsil eden özelliklerine ilaveten, Ay'ın doğuma, ölüme, berekete hükmeden özellikleriyle donatılmıştır. Başat oğul tanrının hem babadan hem anadan aldığı özellikleri konusunda Hint-Avrupalı kavimlerin mitolojileri ittifak halindedirler. Dımılî sözcüğü anlamı itibarıyla iki kutsiyetten türetilmiş tanrısal karakteri doğru tanımlayan dini bir sıfatlandırmadır. Zaza isimlendirmesinde yer alan "Za"nın oğul anlamına geliyor oluşu Dımılî sözcüğüyle mükemmel derecede uyum göstermektedir. Sek yada seg sözcükleri ayrıca köpek anlamında kullanılmaktadır. Homavarga'nın anlamını, eski inançlarda yer bulmuş her tanrının yeryüzünde bir hayvanla sembolize edilmesi kuralı eşliğinde ele aldığımızda sek'in dinsel bir sıfat olduğunu söyleyebilecek durumdayız.

Kirdki de köpeğe "kutig" demekteyiz. Kurmancasi "kuçik"tir. Kuta urdu dilinde muhafız anlamında hala kullanılmaktadır. Kutig muhafızcık anlamına gelen bir sözcük olup eski tapımlara tanıklık etmektedir. Aynı şekilde Karakoçan isimlendirmesini kürtçe Qàrkueçon olarak düşünün. Qàrbegon isimlendirmesinden Qàr sözcüğünün baş, zirve, yüce,yüksek anlamına geldiğini biliyoruz. Hitit dilinde de kar sözcüğü yüksek ve baş anlamlarına gelmektedir. Hint-Avrupalı dillerde sıkça rastlanan K-S evrilmesinin sonucu olarak günümüz kürtçesinde ser-sar olarak telaffuz edilmektedir. Tıpkı Kentum'un C(s)entum'a dönüşmesi gibi. Qàrkueçon sözcüğü sadece başmuhafızlar anlamına gelmekle kalmıyor, kürtlerin tarihi kayıtlarda "Kushan" diye geçen Kuçanî imparatorluğuyla ilgisini ortaya koyuyor. Biz Avrupa yazımını esas alarak Kushan (Kuşan) diyelim. Ne gariptirki Kushan impatorluğunun en önemli bileşeni Az devletidir. Bilahare Az devleti imparatorluk yönetimini ele geçirecek ve impatorluğa Az imparatorluğu denecektir. Baktria, Horasan ve Sistan'ı içine alan Az devleti ile Karadeniz'in Kuzeydoğu sahillerine yayılan Az devleti ve Az denizi arasında en az 1500 km. mesafe var. Bu mesafe zazaların sadece yayılmalarına değil tarihte iki ayrı devlet hatta imparatorluk olduklarına tanıklık ediyor. Doğudaki Azzilerin en önemli şehirleri kendilerince kurulan Kabul ve Belh'tir. Hem Belh sözcüğü hem de Kabul'un son hecesi bul (yada bil) aynı inanca işaret ediyor. Bermaki (Svedi) zazalarının bir dönemler Belh'i başkent edindikleri sarih bilgisi de extra bir kanıt olarak önümüzde duruyor.

Dûnbulî sözcüğünün başındaki "Dûn" İrani dillerde tohum ve köprü anlamına gelmektedir. Tohumun bir hasattan diğerine köprü işlevi gördüğünü hesaba katarsak esas alınacak anlam köprüdür. Sondaki Bulî ise Nesî (Hitit) tanrısı Pulun'dan başkası değildir. Pala kavminin baştanrısı olarak bu kavim tarafından Pala diye anılmıştır. Asur'da Balath olarak tapım görür. Hellen mitolojisine Apollon olarak geçmiştir. Greklerde Balat versiyonu da vardır. Ancak, Apollon Olympia panteonuna dışardan girmiştir, ithal bir tanrıdır. Sakarya nehrinin eski adının Sangarios olduğunu, Pala kavminin Sangarios nehri boyunca yayıldığını ve ismin Hellenlere Pala dilinden geçtiğini yukarda belirttiğimiz Zeker-Seker isimlendirmeleri ile birlikte dikkate almamız gerekeceği açıktır. Rojkî (Rozîkan) konfederasyonunun iki büyük kolundan biri Bılbasî ismini taşır. Bıl erillik ifade eden, eril tanrıya tapımı simgeleyen bir sıfattır. Hiç tereddütsüz Dûnbulî yada farklı versiyonları eril tohum, eril geçiş anlamına geliyor. Dolayısıyla Dûnbulî, eski inançlarında baba tanrı tapımı ağır basan kavimlerin başat konuma getirdikleri oğul tanrıyı baba özellikleri yükleyerek tanımlamada kullandıkları bir isimlendirmedir. Pala yada Pulun sözcüğü aynı zamanda kürtler arasında dini gerekçelerle başlayıp süreç içerisinde gelenek olarak yer etmiş palabıyıklılığın tarihsel popülaritesine de açıklık kazandırmaktadır.

Hewrîlerin(Goran) büyük aşiretlerinden birinin adı Palang'dır. Zazalar gibi Hewrîlerde de dini marjinalleşme yaygındır. Örneğin Kakailerde Ali ilahilik inancı vardır. Oğul tanrıyı öne çıkaran, teslisin genç unsurunu başat tanrı olarak benimseyen tapımın kökleri sanıldığından çok daha eskilere gitmektedir. Hitit, Pala, Mitanni, İskit bahisleri incelenmeden, bu toplulukların inançları araştırılmadan kürtlerin kökenine dair nazariye kurgulamak imkansızdır. Bunlardan ilk üçü Zagrosların batısında tarih sahnesine çıkmıştır. İskit bahsi genelde İran tarihiyle ele alınır. Oysa Pala döneminin Sangari'si (Sakarya) ve Hitit'in Nevşehir dolaylarını Scania diye isimlendirmesi, yine Hitit kaynaklarının Azzileri görülmezden gelinerek zazaları Zagrosların doğusundan göçettirmek yada ithal etmeye kalkmak her zaman rahatlıkla çürütülecek iddialar olmaktan öte değer taşımaz.

Bazı araştırmacılar Dûnbulîleri Hakkari ve Musul yöreleriyle sınırlı tutarlar. Dûnbulî bahsini yukarda izah etmeye çalıştığım nedenlerden dolayı Musul ve yöresiyle sınırlı tutmamak gerekir. İlaveten Hakkari Dûnbulîleri olduğunu biliyoruz. Herzfeldt Muş sözüğünün etimolojisini açıklarken Muş'un oğul tanrı olduğunu açıklıyor. Muş ayrıca sis, duman anlamlarına geliyor. Gümüş rengiyle benzerlikleri bağlamında anatanrıçaya gönderme yapıldığı açık. Musul'un Asurlular tarafından Ninova diye isimlendirilmesine bakıldığında da yine aynı savaşçı özellikleriyle oğul tanrı çıkar karşımıza. Bir farklaki, Dûnbulîlerde oğul tanrı babasoylu olarak kabul görürken Asurlular oğul tanrıyı ağırlıklı olarak anatanrıça özellikleriyle tanımlayan bir tapım şeklini benimsemiştir.

Bıl, zeker (arabi), sik, kir tenasül uzvunu ifade eden sözcükler olarak bir yandan erilliğe işaret ederken diğere yandan kürtlerin etnik ve dini isimlendirmelerinde kök sözcük olarak yer alıyor. Bunlar tesadüf değil.

Şikak, Sekeran, Zıktî, Dusiki, Dımılî, Bilbasî, Dûnbulî aynı kökten türemiş topluluklardır. İsimlerinin arzettiği telaffuz farklılıkları inançlarındaki nüanslarla ilgilidir. Aynı inanç siteminin aynı kavmi oluşturan topluluklarda farklı sektler şeklinde benimsenmesi son derece doğaldır. Bizlere düşen bu ayrıntıları yerli yerine oturtmaktır.

Son olarak İzoli bahsine değinelim. İzollar Siverek yöresinde sünni kurmançtırlar, Karakoçan ve Dersim yöresinde alevi kurmanç, Pötürge'de sünni zazadırlar. Son dönemlere kadar Bağdat müzesinde sergilenen Asur hükümdarı II. Adad Nirari'ye (İ.Ö. 912 – M.Ö. 891) ait bir kılıcın üzerinde İzalla yazdığı tesbit edilmiştir. Asur kronikleri İzalla'nın bugünkü Karacadağ olduğunu, Asur sarayının şarap ihtiyacının İzalla çevresindeki bağlardan temin edildiğine dair kayıtlar ihtiva etmektedir. Erol Sever'in 'Süryani Tarihi'nde bu bilgileri rahatlıkla bulabilirsiniz.

İzollar arasında yaygın bir menkibeye göre geçmişte İzollar arasında anlaşmazlık çıkmış, İzollar üç kola ayrılarak göçmişlerdir. Bugün Cebaxçor mıntıkasında İzoli olmadığı söylenebilirse de Karakoçan Cebaxçor'a Xarpêt ve Dêrsîm'den daha yakın. Dağılmış üç kolun konuştuğu farklı lehçeler ve benimsediği dini inançlar bu tür farklılıkların etnik köken ayrıştırmasına dayanak yapılamayacağını net bir şekilde açıklıyor. Haldi ve Sekeran aşiretlerinin incelenmesinden de aynı sonuca varılabilir. Varsayalımki ayrı lehçeleri değil ayrı dilleri konuşuyorlar, etnik köken yine değişmeyecektir.

Sonuç olarak, zazaların bugün yaşadıkları coğrafyadaki varlıkları İran ve Karadeniz kıyılarındaki varlıklarından daha eskidir. Zazaların göçler aracılığıyla yayılmasına açıklık getirilmek istendiğinde göçlerin Transkafkasyadan başladığını söylemek gerekecektir.

***

Az topluluklarının dışında diğer kird toplulukları da devlet kurmuşlardır. Batı Az devletinin sınırdaşı olarak soydaşlarının kurduğu Solakha devleti vardır. Yine Svediler İran coğrafyasında soydaşları Doğu Azzileri'yle sınırdaş olacak şekilde Süveydi devletini kurmuşlardır. Bu saydıklarım orta dönem devletleri olarak milattan sonraki dönemlere de sarkarlar. Eski dönem Azzi varlığına ise Hitit kaynakları tanıklık ediyor.

Part imparatorluğu kird aşiretlerinin güçlerini birleştirerek kurdukları bir imparatorluktur. Aşiret topluluklarının genel ismi Parnî diye anılıyor. Part imparatorluğu çökünce dış güçlerin baskısı sonucu Karadeniz'in Doğu kıyılarından batıya ilerleyen Parnî toplulukları Karadeniz'ın Güney kıyılarına paralel uzanan Zigana dağlarına ve en batıda yer alan İsfendiyar dağ silsilesine, ikinci bir kol da bugünkü Adıyaman yöresi merkez olacak şekilde Anatolia'nın ortalarına yayılarak tarihin eski dönemlerinden beri burada yaşayan soydaş topluluklarla birleştiler.

Zigana dağlarına yerleşen toplulukların başkenti bugünkü Kelkit'ti. Kelkit'in eski ismi Kirkit'tir. Kirim (bugünkü Kırım, eskisi Kirimana), Donau (Tuna) nehrinin Karadeniz'e döküldüğü yerde kurulu bulunan Akkirman (Akkerman), İran'ın batısında her dönem kürt merkezi kabul edilegelmiş Kirmaşan (Kermanşah), bir dönemler Sogd (Sistan-Sigistan) ülkesinin başkenti olmuş Kirman (eskiden Kirmana) şehir isimlerinin Kirkit yada Kerkit-Kelkit formlarıyla kıyası Kelkit'in bir dönemler başkent olduğu bilgisi eşliğinde yapılmalı.

İsfendiyar dağlarına yayılan kirdler Sinope (Sinop) şehrini ele geçirerek başkent edindiler. İsfendiyar ismi Avestik kahraman Spen-data'nın kirdki telaffuzudur. Mithridates döneminde Zigana ve İsfendiyar dağlarının kirdleri tek öncülükte birleşerek Roma güçlerine kök söktürdüler. Bugünkü Tokat, Çorum, Yozgat, Kastamonu kürt kolonileri İsfendiyar kirdlerinden göçetmeyip yerlerinde kalanların torunlarıdır. Kelkit ise hala 20'nin üzerinde kirdki konuşan köy barındırıyor.

Adıyaman'ın Kâxta, Gerger ilçeleri ile Malatya'nın Pötürge kirdleri ise Kommogene krallığının bakiyeleridir. Eski Roma ve Bizans kayıtları esas alınarak düzenlenmiş haritalara bakıldığında Kommogene krallığının yerleşme birimleri ile akarsu isimlerinin Kiği (Koloberd) yöresinde yer alan coğrafya isimlendirmeleriyle ayniyet derecesinde yakınlık arzettiği görülür.

Kirman yada Kerman eski dilde başkent demektir. Kirmanci formu kurmanciden farklı olarak yüksek (uç) dil, başkent lehçesi (saray dili), kirdki ise baş lehçe anlamları vermektedir.

Avesta'nın genel olarak kürt dili ve özelde kirdki ile diğer dil ve lehçelerden daha fazla benzerlik göstermesi kirdki yada kirmanci(ye) şeklinde isimlendirilen lehçenin bir dönemler imparatorluğu oluşturan farklı dil ve lehçelere sahip topluluklar arasında ortak iletişim dili olarak kullanılmasının yanında tapınak dili olarak kullanıldığını düşündürüyor. Tarihin eski dönemlerinde tapınakların eğitim kurumları olmalarına ilaveten yargı görevlerini üstlenmiş olmaları eşliğinde düşünürsek kirdkinin bir dönemler din, eğitim ve hukuk dili işlevlerini üstlenmiş olduğunu pekala söyleyebilecek durumdayız.

Tarih bahsinde yalnızca etimolojik değerlendirmelerin esas alınması çoğu kez yanlış sonuçları davet eder. Ancak kirmanci(ye) konuşan topluluklara dair tarihi bilgiler ve Avesta'nın eski bölümleri bu tezi ileri sürmemize dayanak teşkil ediyor.

İnsanlar yalan söyler ama dağ, akarsu, şehir, köy, devlet, topluluk ve şahıs isimleri yalan söylemez.

Tarih ve tarihçi yalan söyler ama mezartaşları, tapınaklar ve harabeler yalan söylemez.




05 Mayıs 2011

Fırat isminin kökeni üzerine ek bilgiler..




‎(Deşifre edildiği güne kadar tartışma forumlarına "Diyar" mahlasıyla yazılar gönderen Hayri Başbuğ'u Rizgari Forum'da cevap veremez duruma düşürdüğüm yazılarımdan birini düzelterek malumat babından paylaşıyorum)

Fırat’la ilgili olarak belirttiğin Sumer dilindeki BU-RA-NU-NU formu “Varıt” iddiandan sağlıklıdır. Eski dile ait bir formun etimolojide önemli olduğunu kabul ederim. Hatta doğrulanırsa Akkad dilindeki PURATO formuna da ışık tutabilir ve Akkadların bu sözcüğü, ülkesini ele geçirdikleri Sumerlerden borçlandığını ortaya koyar.

Sumer dilinin bölgede yaşayan birçok dili etkilediği ve günümüzde Kürtçe, Farsça da dahil olmak üzere birçok dilde (özellikle bölge dillerinde) Sumerce sözcükler bulunduğu bir gerçektir. Fırat isminin Sumerceden gelmesi de mümkündür. Ancak bunu söyleyebilmek için, hangi dönem Sumer diline ait olduğunu ve ismin geçtiği dönemin kaç yılına tarihlendiğini bilmek gerekir. Eski dönem Sumer dilinin Hitit ve Luwi dilleri ile ilgisinin bulunduğunu biliyoruz. Günümüz Zazaki'sinde bile Sumer dilinden gelen sözcüklerin varlığını biliyoruz. Akkadca su ve su kökünden türetilmiş sözcükler Fırat'ı Akkad diliyle ilgilendirmemizi engelliyor.

Dönelim yine "Varıt" sözcüğüne. Varıt, lokal bir sözcüktür. Zazaki'de genel olarak kullanılan kelime "varon" formudur. Senin nerede kullanıldığına ilişkin tanıklığının ve zorlamanın bilimsel bir değeri yoktur.

Birincisi, kelime son derece sınırlı (ki ben Bingöl ve civarında işitmedim) bir kullanım alanına sahiptir.

İkinci husus, Sumer, Hitit, Luwi, Part ve Sogd dilleri Kirdki'nin terkibinde yer alan, dolayısıyla oluşumunda fonksiyonel dillerdir. Hepsi de Kirdkiden, Kurmanciden ve Farsçadan daha eskidirler. Çok eski dillere ait sözcükleri yeni dillerle açıklamaya çalışmak senin yaptığın gibi zorlamadır. Doğru olmadığı gibi, bilimsel de değildir.

Tanrı ismi olarak belirttiğin "Varuna" ise M.Ö. 14. yüzyılda, Mittanni ile Hitit devletleri arasında yapılan bir antlaşmada garantör ve şahit tanrılar arasında gösterilerek kayda geçmiştir. Bu tanrının adının geçtiği en eski belge, Anatolia'da, Hattusa (Hattuşaş-Boğazköy) kazılarında bulunmuştur. Bir barış antlaşması olan belgede, "Varuna", Mitra ve İndra adlı tanrılarla birlikte zikredilmektedir. İran mitolojisindeki ismi Zervan'dır. Hellen mitolojisinde Uranus Gaia ismiyle yer alır. Her iki mitolojide de bütün tanrıların en büyüğü ve yaratıcısıdır. Hintlilere ait vedalarda da en büyük tanrı olarak anılır. Hintlilerin mitolojik tasarımlarında İndra ile birlikte bir devin ağzından oluştuğu ileri sürülür. Kaldi ki Hint mitolojisinde senin bahsettiğin gibi deniz tanrısı olarak gösterilmemiştir. Önce gök tanrı -ve sonra su tanrı- olarak tasarımlanmıştır. Ölüler yargıçlığını Mitra ile beraber yaparlar. Diaus Pitar (tanrıların babası, Latince) ve Varuna olarak ikileştirildiğini, sonra bu iki tanrının Pragiapati adı altında birleştirildiğini biliyoruz.

İranlıların en büyük tanrısı Ahura'nın (Mazda) Varuna'dan türediği ileri sürülür. Ancak, Sanskrit dönemi vedalarında anlatılan bu bilgiler ile aynı tanrının vedalardan çok önce Anandolu'da bilindiği ve tapıldığı gerçeği, FIRAT'ın da ANATOLİA'da oluşu nedeniyle konumuz açısından ayrı bir öneme sahiptir.

Değerlendirmelerinde “yaygın sözcükler” yerine lokal kelimeleri tercih ediyor, tanrı isimlerini, tanrıların ait oldukları coğrafyayı, tapım gördükleri tarihi dönemleri, dönemlerin sıralanışını (kronolojik tasnifini) karanlıkta bırakan bilgiler kullanıyorsun. Tartışmayı uç noktalara çekme isteğine, gerçeğin büyük ve önemli kısmını özellikle dışlayan yaklaşımına isim bulamıyorum. Bu tavrın, siyasi temenni ile bilimi karıştırma kastından ileri gelmiyorsa bile eksiktir, dolayısıyla bilimsel bir çalışmaya esas teşkil edecek genişlikten, doğruluktan yoksundur.

Sonuç olarak, İrani dillerdeki su sözcüğü Luwi'ce su sözcüğüyle ilgilidir. Yine İrani dillerdeki yağmur, kar ve bulut sözcükleri Luwi dilindeki su sözcüğüyle ilgilidirler. Fırat sözcüğünün kendisi de daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi su sözcüğüyle ilgilidir.

Dikkatle incelendiğinde görülürki eski dönem Güneş tanrılarının ve baş tanrıların hemen hepsi aynı zamanda "su" tanrılarıdır. Bu tanrıların Güneş ve ışık özellikleri hükmetme ve adalet kavramlarıyla, su özellikleri ise doğa olaylarını düzenlemekle ilgilidir. "Varuna" adlı tanrının yine Mitra ve İndra ile birlikte Hitit, Luwi ve Mitanniler'e ilaveten bütün eski kültürlerde yaygın bir üçlü oluşturmuş olmaları bu gerçeği doğrular. Varuna'nın kendisi bile bir su tanrısıdır, deniz tanrısı değil, Makara adlı bir deniz canavarı üzerinde denizlerde dolaşır. Nitekim Hellen mitolojisinde, deniz-tanrı olan Poseidon'a değil, Uranus Gaia'ya ve Latinlerde de Diaus Pitar'a denk tutulmuştur. İran mitolojisindeki karşılığının ise Zervan olduğunu belirtelim. Senin dediğin şekilde "deniz tanrısı" olarak kabul etsek bile, bu önce suya işaret eder, yağmura değil. Unutma ki yağmurda sudur. Varuna-İndra-Mitra üçlüsünün tarihte bilinen en eski ve Anatolik (Mittanni Panteonu'ndaki) sıfatlarının Uruvanassel-İndar-Mitrassil olduklarını da bu arada ek bilgi olarak  not edelim.

Çolig ve Cebaxçor'a gelince, görüşlerin beni hiç ilgilendirmiyor. Varsa tarihi belgelerle, eski coğrafi bilgilerle ve haritalara dayalı belirlemelerinle ilgilenirim. Görüşlerin sana kalsın. Bu daha iyi olanıdır. Ben herkesin görüşünü ifade etmesine saygılı olmakla beraber bilimsel konularla (siyasi) görüşlerimin dümen suyunda ilgilenmiyorum.

2001 - Şubat

27 Nisan 2011

Memê Alan üzerine notlar



Kral Ardasis I ( Artaşiz ) M.Ö. 189 yılında ülkesinin bağımsızlığını ilan etti, devletinin sınırlarını batıda Fırat doğuda Hazar Denizi arasında yer alan Ermeni-Kürt yükseltilerine, kuzeyde Kafkasya güneyde Toroslara kadar genişletti. Buna Kurc ( Gürcistan ) ülkesinden bir parça da dahildir. Artaşiz devletini iyi düzenlemek ve imar etmek için için idari bölgelere ayırdı. Sonra hellenizm kültürüne önem vererek bu kültürü bütün tabakalara yaymaya ve genelleştirmeye çalıştı. Ekonomik alanda da çalışmalar yaptı, köprü ve yollar inşa etti. Tarımla ilgilenerek canlandırdı. Ülkesine saldıran Alan kabilelerinin akınlarını durdurdu. Alanlarla arasındaki sorunları Alan kralının kızıyla evlenerek halletti. ( El Ermen fit tarih. Mervan el Mudewwer, Beyrut 1982 )

Böylece Memê Alan destanıyla Mitylene destanı ve şahsiyetleriyle ilgili olaylar gerçekte Ermeni-Kürt topluluklarında geçiyor. Artaşiz'le Alan prensesi arasında bilfiil evlilikte gerçekleşiyor. Tarih böyle bir evlilikten bahsetmese de böyle bir evliliğin o şartlarda gerçekleşmesini engelleyecek bir durum yoktur. Ancak bu tarihi olaylar daha sonraki nesiller tarafından bölge halkları arasında ağızdan ağıza dolaşacak şekilde efsanevi bir miras kalıbına sokuldu.

Yukarda anlatılanlardan anlaşıldığına göre destanın aslı Hellenistik ( Parto-Hellen ) döneme, kesin bir tarihle M.Ö. 2. yüzyıla gidiyor.

İzzeddin Mustafa Resul, destanın konu bakımından Mela Cizirî (MS 1407-1481) den daha eski olduğunu söylüyor. ( Memê Alan, Melhemetun Folkloriyetun Kurdiye, Dr. İzzeddin Mustafa Resul )

Dr. İzeddin bu konuda, Christensen'den yararlanan Lescot'un, "Memê Alan benzeri bir destan milattan bin yıl önce Ari milletleri arasında yaygındı" şeklindeki görüşünü yineliyor. Bu görüşü Nureddin Zaza, Bedirxan Sindî ve Salah Sadullah'ın eselerinde de görürüz.

Alan ( Azzi-Alban-Zaza ) halkından bir topluluk, Sasani devrinin sonu islam döneminin başlarında Kürdistan'a gelip yerleştikten sonra bu Alan destanı kürt folklorunun bir parçası haline geldi. Ancak bu destanla (Memê Alan) İngiliz edebiyatındaki Romeo-Juliet destanı arasındaki benzerlik, destanın Alan kabileleri arasındaki asaletini, Alanların hristiyanlık dönemi başlarında Roma İmparatorluğu tarafından Britanya adalarına sürüldükten sonra bu adalara geçtiğini, Shakespeare (1583-1616) tarafından tamamen şiirsel bir destan kalıbına sokulana kadar buralarda folklorik bir destan olarak yayıldığını gösteriyor. ( Şehriyaran Kemnan, Ahmed Kisrevi Tebrizi, Tahran 1928 )

Kaynak: Derbend ve Şervan Ülkesinde Kürtler ve Alanlar, Cemal Reşid Ahmed, Avesta Yayınları, 1998 İstanbul.
***


Alani kabilelerin Britannia'daki varlığına tarihi belgeler tanıklık ettiği gibi adanın eski ismi de Alani varlığını doğruluyor. Britannia'nın bugünkü adı Bret-Agna'dan dönüşmüştür. Sondaki Agna Hint mitolojisinin Agni'si yada bizim yöremizdeki Agnit'le ( Oğnut-Göynük ) aynı Agna'dır. Bundan daha önemli kanıt ise adanın bilinen en eski adının tarihi yazıtlara Albion ( Alanların yada Albanların ülkesi ) şeklinde kaydedilmiş olmasıdır. Alban ismi bugün İberlerle karışaran Arnavutlar için de kullanlıyor. Eski kafkas Albanya'sı ise Alanilerin yurduna denk düşen eski Az devletinin yer aldığı coğrafya ile tam örtüşüyor.

Shakespeare'nin etnik mensubiyeti hakkında söz söyleyebilecek durumda değilim ama Alanilerin part kabileleri olduğu, ermenilerin ve kürtlerin terkibinde bulunduğu, yukarda da belirtildiği gibi Roma döneminde bir çok aşiretin Britannia'ya sürüldüğü tarihi bir vakıa.
***

Kelt sözcüğünün konsonantları Hititlerin kadim ismi olan ( Hitit deyimi türklerce uydurulmuştur ) Keti ve Kürt isimlendirmelerinin konsonantlarıyla uyuşuyor.

Keltlerin dini inançlarının bir benzeri sadece günümüz dürzilerinde yaşıyor. Dürziler katışıksız kürttür, keltlerin sosyal yaşamları, dini inançları, gelenek ve görenekleri, savaş tarzları incelendiğinde aralarında çarpıcı benzerlikler olduğu görülür.

Keltlerde meşe ağacı kutsal sayılıyor, kürtler de meşe ağacına kutsallık izafe ediyorlar. Mazyer tanrı ağacı anlamına geliyor. Sayer, tuyer, mazyer. Maz eski dilde tanrı demektir, tanrının sıfatlarından biri değildir, bizatihi tanrı anlamına gelmektedir.

Kadınların ve erkeklerin baba ismiyle anılmalarından, savaşta yenilgi söz konusu olunca çocukların ve kadınların köle pazarında satılmamak için yakınları tarafından öldürülmeyi rica etmeleri olgusuna kadar bir çok töremiz kelt töreleriyle ayniyet arzediyor ve başka toplumlarda nadiren rastlanan hususiyetler bunlar.
***

Şexs sözcüğü arapçadır. Şahıs sözcüğünün bozulmuş şeklidir. Kürtçenin bu anlama gelen sözcükleri 'kes'le birlikte sadece Gînc-Meneşkurd zazalarının kullandığı 'kıçî' sözcükleridir. Kes ve kıçî sözcükleri Nesi dilinde de aynıdır. Türkçedeki "kişi" kelimesi Kapadoki dilden kalmadır. Neyseki türkçeyi nesiceye dayandırarak hitit soylu olmayı beceremediler. Ayrıca Avrupa dillerinde X konsonantı "ks" değerindedir. Kürtçede ise X'e daha farklı bir ses yüklenmiştir.

Bir diğer husus, etimoloji güncel sözcüklerden hareketle eski sözcükleri anlamlandırmaz, tam aksi bir yol izler. Eski dilde aynı anlamdaki sözcüğü bulur, kök sözcüğü tesbit eder ve bugünkü haline gelinceye kadar geçirdiği evrimi ilişkide bulunduğu dil ve kültürlerin etkileriyle birlikte gözlem altına alır. Kısaca, etimoloji başlangıçtan günümüze doğru yol alır ve ancak böyle yapıldığında etimolojik çalışma yapılmış olur. İkincisi, etimoloji yalnızca linguistik bir çalışma değildir, arkeolojik, mitolojik, etnografik, kronolojik çalışmaların sonuçlarını dikkate alır, temelde duran öğe ise tarih biliminin diğer yardımcı kollarında da belirleyici konumunda olan belge ve bulgulardır. Esasen tarih sadece yazılı belgedir. Biyografi yazmak da tarih yazmak gibidir, aynı öğelerin dikkate alınması gerekir.
Başta da belirttim, Şekspir'in hangi millete mensup olduğu konusunda söz söyleyebilecek durumda değilim. Bunun için çok kapsamlı bir çalışma gerekir. İkincisi, belki kendi otobiyografisi yada başkalarınca yazılmış biyografisi vardır. Araştırmak lazım. Bilimsel çalışma her ihtimale açık kapı bırakır, bununla beraber şüpheci olmak da bilimsel metodun olmazsa olmazları arasındadır. Birçok bilim adamı senin gibi bir şüpheden yola çıkmışlardır, bilimsel çalışma nihayette cevabı olmayan her soruya doğru cevap bulmayı amaçlar, ancak doğru cevaplar verebilmek bilim yöntemine uymayı, dolayısıyla kurallı çalışmayı gerektirir.

Law ve Küpe..



Bala ve balak sözcükleri kürtçedir. Zazaların Homa diye adlandırdıkları baştanrının bir çok sıfatı arasında yiğit anlamına gelen sıfatıdır. Hz. Ali yada Zaloğlu Rüstem Homa inancının yaygın olduğu dönemde yaşasalardı "bala" diye anılacaklardı, her halde Ali'ye arapça aslan anlamına gelen "Haydar" lakabı verilmeyecekti.

Bala nitelemesi ana tanrıça döneminden kalma bir sıfattır. Ana tanrıçanın eşi "Balath" diye anılırdı. Tanrısal Balath figürü Asur'dan Grek mitolojisine kadar yer bulur. Yaygınlığı bizlerin Homa dediğimiz tanrı Mithra'nın yaygınlığıyla koşuttur. Hint mitolojisinde Threaton, İran'da Mitra, Anadoluda Mithra, Roma ve Britanya'da Mithra, eski İskandinav inançlarında Tyr şeklinde karşımıza çıkar. Oğul tanrıdır. Denebilirki oğul tanrı inancı balath kültü üzerine inşa edilmiştir.

Mithra (Homa) adına birçok şehirler inşa edilerek bu şehirler oğul tanrının yiğitlik ve civanlık sıfatıyla takdis edilmiş ve isimlendirilmiştir. Balalis (Bitlis'in bilinen en eski adı), Balabitene (yada Balakhovit, Palu'nun bilinen en eski adı) bunlardan bazılarıdır. Balabitene, Iustinianus'un 536 yılında getirdiği yönetim düzenlemesinde Armenia Quarta ilinin bölgelerinden biri olarak gösterilir. Rumlar bu şehre Balouos diyorlardı. Bunun dışında Hindistan'ın kuzeyindeki tarihi Paliputra şehrinden Almanya, Sırbistan, İtalya hatta ABD'ye kadar birçok Palu yada Pali şehri mevcuttur. Hristiyan dinini inceleyen batılı müellifler İsa tarafından geliştirilen dinin Mithra inancı ve içerdiği teslis (üçlem) olmaksızın Avrupa'da yayılamayacağında birleşirler.

Bala'nın kök sözcüğü 'la'dır, eski dilde parıltı anlamına gelir. 'Ba' öneki alarak parıltılı anlamına bürünür. Kürtçenin oğul anlamına gelen farklı lehçelerdeki 'lac ve law sözcükleri' güneş olan babanın parıltısı anlamında oğulu tanımlayan sözcüklerdir. Boyacılıkta kullanılan parlatıcı özellikteki lack'ın ismi dahi 'la' kökünden türetilmiştir.

Hitit, Asur, Hurri, Med kabartmalarında yer alan savaşçı tasvirleri benzerlik gösterirler. Kollarda ve ayaklarda bilezikler, kulakta küpeler, belde kemer yer almaktadır. Bu saydıklarıma kaya kabartmalarında yiğitlik alametleri olarak savaşçıların şahsında yer verilmesi geleneklerimize tanıklık ediyor. Bugün bile çoğu yöremizde küçük yaştaki erkek çocuklara küpe takılır. Çocukları yaşamayan aileler bu yola başvurur. Bu olgunun varlığı islamiyete rağmen Mithra'dan yada Homa'dan medet ummak değilse nedir?

Güney Kürdistan'da çocuklara küpe takma hadisesine bir de isim verilmiştir. Küpe taşıyanlara tàk(h)ane derler. Küpe takılması çocuğun ailenin biricik erkek evladı oduğunun işareti olarak kabul edilir. Küpeli çocuklar kan davalarından ve düşmanlıklardan azadedirler, bir nevi dokunulmazlıkları vardır. Bunun adına kürtlerin sözlü yasası denir, başka isim vermemiz olanaksız.

1973 tarihli Van yıllığında çok ilginç bir beyit yer alır. 1583 İran savaşına katılan askerler Osmanlı müttefiki Palu Miresi Cemşid Bey'i şöyle tanımlamışlardır:

Melik-i Palu hâkim-i Cemşid-i fer
Kuşe-i gûşunda var mengûşi zer.

Kulağının köşesinde altın küpe taşıyan Cemşid (güneş) parıltısına hakim Palu kralı..

Mırdasi hükümdarındaki ihtişama, şaşaaya bakın, ne "lawuk" !






03 Nisan 2011

Böylemi buyurdu Zerdüşt ?


Kürt iyidir, kürt soyludur.
yada kılama geçmiş "kurd xayino"
Hangisi doğru?
Mir Muhammede karşı Bedirxan
Bedirxana karşı Ezdin
Şeyh Saide karşı Kasım Beg
Kasım Beg'le beraber Arvasiler
Seyid Rizaya karşı Rayber
Agit Şahinê Bextiyarî'nin ömür kemiricileri
Bertal, Diyap, Meço ağalar.
Halidê Cibrî darağacına yollanırken
duymazlık ve anlamazlıkla
kendi sonuna tevekkül gösteren Kor Husen
ikisi de rutbeli
sonra rutbeleri başlarını yedi.

Nuh'un ihanetinde puşt piyona dönüşen
Haci Musa'ye Mutkî'nin satranç şeytanlığı.
Düşmanına kılıç çekmeyen Abdulkadir
Nihayette Kılıç Ali mahlasın maslubu oldu.
Mela Mıstefa'nın kahrı Ahmed Barzani
Sonra oğlu Ubeydullah
Arasıra Celal yani Mam.
Şeyh Abdusselama karşı Simko Şikaki
Yado efsanesinin katlinde kürtlerin silahları.
İsyancılara karşı milisler.
Demirel'in sağında ve solunda oturan Kamran ve Melik.
49'ların içinde truva atına dönüşmüş Şeyh Hüseyin'in yetimi.

Kemalin kürtleri, Saddamın kürtleri,
Esad'ın kürtleri, Şahın kürtleri.
Bir yanda yurt tutkusu
öte yanda maaşlı koruculuk
ademoğlunun yaradılıştan aparttığı kurtlu elması
"Kurmê darê ji dar e"..

Üçte biri kürtlerden devşirilmiş özel timciler.
MHP'li kürtler.
Çetelerin uzantısı kürtler.
Türk parlamentosunda kürt milletvekilleri.
Türk partilerinin Kürdistan'daki mensupları yöneticileri.
Türk ordusundaki kürtler.
Ağarı komutan edinmiş kürt mafyası, Kozakçıoğlunun evlatları.
Hasta tavuk ketumluğuyla türk tarikatlerine tünemiş kürtler.
Kemal adına hutbe okuyan kürt camilerinin kürt imamları
kürtlerden başka herkesin hizmetine amade
kürt partilerinin siyaset bezirganları
hepsi bir ağızdan
Kürdistan iztemezük
bir avuç darı yeter!
Hangi ilahi borcun gereğidir bilinmez ama
türke kardaşlık için kürde cenaze telkinatı.
Irkdaşlarına türkçe öğreten
türküm, doğruyum tekerlemesini
korkma sönmez bu şafaklarda gevelemesini
ocağının tüteceğini ebediyyen unutturmak için
körpe dimağlara zerkeden
türk okullarının kürt öğretmenleri
'her sabah yeniden kurşuna dizilmenin' öteki adı.

Sonra itiraflar, inkarlar ve itirafçılar
ve en çarpıcı örneği
kılavuza hacetsiz görünen ortadaki köyümüz
liderimiz
serokumuz
uğruna ölünen
bedenler ateşlenen
slogansızlığımızın sloganı
belirsiz siluetimizin tek resmi
pankartımız, bayrağımız,
nezlesi temel sorunumuz
ve dahi çağdaş utancımız
Öcalan'ın
hal-i pür melali.

İhanetle aynı kefeye oturmuş Dünya'nın geriye kalanı.
Amerikan, avrupalı, çinli, rus, hintli, afrikalı
müslüman, hristiyan, budhist, hindu
demorat, liberal, solcu, faşist, köktenci.

Beni benden alırlarmı?

Tecrübelerimiz böyle diyor.
Yaşananların önümüze koyduğu resim
yada düz aynadaki görüntümüz bu.
Beynimizdeki resimmi?
Onu geçin
subjedir.
Gerçekleşmesini umduğumuz temennidir.
Propagandadır.
Moral destektir.

Kürt iyidir, kürt soyludur.
Acaba?
Her kürt?
Kürtlerin çoğunluğu?

Cevabı Agirî'de

"Çocuklarımızı bırakacak kimsemiz yok,
iffetimiz tehdit altında" diyen Huskê Telli'nin
canevine sıktığı mermide
hüznümüzün heykeline dönüşmüş
doruklarda buz sessizliğiyle uyur..

"Kalo memir bihar tê, pîrê memir pincar tê."

Ölünce kim olduğumuza, kimliğimize not düşerler.
Mezar taşımıza ne yazmalıyız?
Rahmetliyi nasıl bilirdiniz sorusuna cevabımız olmalı.

Gemisi fırtınaya tutulmuş kürtlük.
Yolcuları bir adada mahsur.
Bir cüz, bir azınlık, bir avuç umut.

"Zikê birçî benîşt dixwazî, qûna tazî tamûr dixwazî."

Sizi görmemiş olanlar ölümünüze hayıflanıyorsa iyi insansınız demektir.
İyi kürt iyi insanla başlar.
Önce insan olun.

Milletler ismiyle ve cismiyle vardır
acıları ve direnişleriyle vardır
ülkesi ve haklarıyla vardır
kendinizi isimsize
varlığınızı meçhule
haklarınızı insansızlığa
şahsiyetinizi kod'lara indirgemeyin.
haklarınızı küçümsemeyin
haklıyken kaçmayın
haksızlığa boyun eğmeyin
sizi inkar edene
size zulmedene
direnin.

Cesur olun
haklı olanın cesaretini kuşanın
mazlumun korkmaya ihtiyacı yoktur
korkunun ecele faydası yoktur
çevrenize korku ekmeyin
korku ikircikli olmayı besler
ölümden beterdir
korkmayın
korkarsanız düşersiniz.

Işık göçtüğünde gece egemen olur.
biat etmeyin
denemeyin
izin vermeyin
karanlıktan ürkmeyin
tapınmayın.

Kaçak güreşeni minderden kovarlar
ülkenizin sahiplerisiniz
kimliksiz olmayın
isimsiz olmayın
kişiliksiz olmayın
kovulan olmayın.

En haklı
en soylu
en uygar
insanca taleplerinizi
haklarınızı dillendirirken saklanmayın
illegalite sizi dışlamak için peydahlanmıştır.
Ofsayt kuralı sizin için konmuştur
düşmeyin.

Bu minder sizin
bu toprak sizin
bu millet sizin
bu kimlik sizin
bu yaşam sizin
gelecek sizin
sahiplenin.

Düşmanınız ne kadar büyük
ne kadar güçlü olursa olsun
yenilgiyi kabul etmeyin.

Ülkenizi zalimler böldü
içselleştirmeyin, kanıksamayın.
Topraklarınızı kimseyle paylaşmayın.

Asla teslim olmayın.

İşgalcilerin hizmetine girmeyin.
İhanete aman vermeyin.

Yaptığınızı saklamayın.
Saklanacak ayıbı işlemeyin.

Kazanılan olmayın.
kazanılan "ütülmüş"tür.
Başkalarının mülkiyetinde
ve cebinde sayılır.

Kazanın!

Zenginliklerinizi
kaybettiğiniz benliğinizi
inkar gelinen insanlığınızı
gaspedilmiş haklarınızı
kendiniz olarak kazanın
kendinizi kazanın
kazancınızın sahibi olursunuz.

Kürdün kürtten başka dostu yoktur.

10 Haziran 2008


Bingöl Gençliği Kültür ve Dayanışma Derneği üzerine kısaca

Kısa adı BİN-GENÇ-DER olan, resmiyetteki ismiyle Bingöl Gençliği Kültür ve Dayanışma Derneği'nin kuruluşu 1974 yılının bahar aylarında rahmetli Hatip Demiralp'in evinde yaptığımız toplantılarda kararlaştırıldı. Bu karara varan çekirdek grupta ben, Hatip Demiralp, Şehid Hişar Ağaoğlu, Ferhat Aydın, Hilmi Aydoğdu vardık. Amacımız yurtsever nitelikli bir kitle örgütü kurmaktı. Birçoklarının iddia ettiği gibi hiçbirimiz o dönem itibarıyla herhangi bir siyasi partinin mensubu yada güdümünde değildik ve siyasi örgütler tarafından yönlendirilmiyorduk. Hemen her düşüncede ilerici ve aydın insanlarla bağ kurduk. Projemiz geniş kesimlerden destek gördü.

O dönemler ADYÖD üyesi olan ve Rizgari yanlısı düşüncelere sahip Rüştü Mütevellizade, yine ADYÖD üyesi olan ve DDKD yanlısı düşüncelere sahip İsmail Hakkı Mütevellizade, Rizgari yanlısı Berrin Yavuz (Mütevellizade), İstanbul'da öğrenim görmekte olan yurtseverlerden Erhan Şener, Abdülrezzak Koçakelçi, Abdulkadir Birden, bağımsız düşünceli sosyalistler olan Sadullah Gençgül, İsmet Aydoğdu, o dönemler için bağımsız bir sosyalist olan Şehid Cihat Elçi, DDKD yanlısı Şehid Şakir Elçi, Rızgari'ye yakın görüşler taşıyan Kasım Elçi, bağımsız bir yurtsever olan Yahya Elçi, yine bağımsız sosyalistler olan Şehid İdris Ekinci, Şehid Ahmet Aytemur, Mehmet Günaydın, yakınlarda kaybettiğimiz o dönem DDKD yanlısı Hilmi Elçi, bağımsız demokratlar olan Semiramis Bektaş (Karaaslan), Ahmet Gürbüz, bağımsız sosyalistler Şehid Hayri Durmuş, Şehid Resul Altınok, sendikacı ve bağımsız demokrat Süleyman Gedikli, türk asıllı Ferda Savaş, bağımsız yurtseverler Yılmaz Yüksel, Hasan Bataray, Nesimi Gemlik, o dönemler türk soluna mensup olan Suat Kışın, Ali Rıza ve Ferdane Yurtsever kardeşler bizlere aktif destek sundular.

1925 direnişcisi, Xoybun emektarı merhum Şeyh Abdulhamid Bilgin Efendi'nin sunduğu aktif destek ise çalışmalarımızı onore eden ayrıcalıklı bir yere ve anlama sahiptir.

Derneğin finansmanı bağış toplamak suretiyle sağlandı. Abdulkadir Birden ağabeyimiz derneğimizin tüzüğünü hazırlamakla kalmadı, bir derneğin nasıl yönetileceğine dair tecrübesiyle bizlere büyük katkı sundu. Denebilirki derneğin yaşam bulması onun fiili yönlendirmesiyle gerçekleşmiştir. Şakir Elçi ağabey hukuki danışmanlık yapmasının yanısıra resmi müracaatlarımızı tanzim etmiş ve büyük maddi destek sağlamıştır.

İsimlerini verdiğim değerli ağabeylerimin her biri ayrı-ayrı önemli maddi ve siyasi destek sağlamışlardır. Yine isimlerini saydıklarımdan Şakir Elçi, İdris Ekinci, Kasım Elçi, Yahya Elçi, Hişar Ağaoğlu, Hilmi Aydoğdu, Hatip Demiralp, Ferhat Aydın ve ilaveten ben derneğin kurucu üyeleri arasında yer almıştık.

O günkü dernekler yasasına göre kurulan bir derneğin kuruluş bildiriminden sonra 6 hafta içerisinde kongresini yapması zorunluydu. Ayrıca, yeni kurulmuş bir dernek çalışmalarını kongre sürecine kadar kurucu üyeler arasından oluşturulmuş bir müteşebbis heyet aracılığıyla yürütür ve aynı müteşebbis heyet kendi arasında görev dağılımı yaparak üye yazımını tamamlar ve kongre düzenlerdi. Müteşebbis heyette Hatip Demiralp başkan, Hişar Ağaoğlu sayman, ben sekreter, Hilmi Aydoğdu ve Ferhat Aydın yönetim kurulu üyeleri olarak görev aldık. Çok kısa bir sürede yeterli sayıda üye edindik. Üyeliklerin çoğu bizim teklifimiz olmaksızın gönüllü katılımlardı.

Kongre Mayıs ayının 18'inde tamamlanmamış bir inşaatta hükümet komiserinin katılımıyla yapıldı. İsmet Aydoğdu başkanlığa, ben sekreterliğe, Hişar Ağaoğlu saymanlığa, Hilmi Aydoğdu ve Hatip Demiralp yönetim kurulu üyeliklerine seçildik. Merhum Hatip Demiralp başkanlığı kendi isteğiyle İsmet Aydoğdu ağabeyimize bıraktı, hepimizin saygı duyduğumuz bir ağabeyimiz olması münasebetiyle İsmet Aydoğdu en çok Hatip Demiralp'in ısrarı ve aday göstermesiyle başkanlık görevini devraldı. Hatip Demiralp'in kongre tavrı hala saygıyla ve hayranlıkla andığım bir feragat ve fedakarlık örneğidir.

Haziran ayının son haftasında benim ve İsmet Aydoğdu Ağabey'in yönetimden çekilmemiz üzerine bir kongre daha düzenlenecek ve Ahmet Kasımoğlu başkanlığa, Hişar Ağaoğlu hepimizin ittifakıyla sekreterliğe seçilecekti. Dernek Ağustos ayından önce kapatıldı. Kapatıldığı güne kadar derneğin aktif üyesiydim, birçok semineri şahsen hazırlamışımdır. Derneğin o günkü imkanlarıyla kürt dili ile ilgili seminerler düzenleyemediğimizi, kürt dili üzerine herhangi bir çalışmamız olmadığını, buna yeterli dilbilimsel birikimimizin olmadığını, ancak kürtçe konuşulmasını ve kürtçenin yaygınlaşmasını teşvik eden bir çizgiyi inatla izlediğimizi belirtmek isterim. Seminerlerimiz daha çok Kürdistan Tarihi, ulusal kurtuluş mücadelelerinin incelenmesi, self determinasyonu esas alan siyaset teorisi ve felsefe konularını kapsamıştır.

Birçok ilgisiz insanın kuruluş ve kongre sürecine katılmamış kişilere dayandırdığı derneğin "sonbaharda" kapatıldığı ve de "KDP tarafından yada Said Elçi yandaşlarınca kurulduğu" iddiaları gerçek dışıdır. Said Elçi memleketimizden çıkmış değerli bir yurtsever ve dava adamı olarak hepimizin müşterek saygısına sahipti. Ancak onun partisiyle yukarda açıkladığım gibi ne kurucu üyelerin ne de müteşebbis heyetin kuruluş dönemi itibarıyla organik bir bağı olmadığı gibi herhangi bir partinin derneğin kuruluşunu yönlendirmek şeklinde bir tesiri yoktu ve böyle bir kaygısı da yoktu. Misalen, derneğin son seçilen başkanı olan Ahmet Kasımoğlu seçildiği sürece kadar TSİP yanlısı düşüncelere sahipti. KDP teorisyenleri ile Oya Baydar arasında bildiri savaşına ilaveten İlke gazetesinde polemiklerin ve ayrıca dişe-diş şifahi tartışmaların sürdürüldüğü bir dönemde KDP'nin kurduğu yada kontrolüne aldığı bir derneğe TSİP'e yakın düşünceler taşıyan birinin başkan yapılması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bazı yazılar Ahmet Kasımoğlu'nun beyanlarına dayandırılsa da konunun bu ayrıntısı kendine açıklandığında benim söylediklerimi teyid edecektir. İkinci ve önemli bir husus, Sevgili Ahmet Kasımoğlu'nun derneğin kuruluş aşamasında Erzurum'da öğrenim görüyor olması nedeniyle kuruluş çabalarına bizzat katılamayışı, dernek kurucuları arasında ve müteşebbis heyette yer alamayışıdır. Ahmet Kasımoğlu ilk kongremizde de bulunamamıştır, derneğe katılımı daha sonraki günlerde gerçekleşmiştir. Müştereken her kesimden ve görüşten bir çok yurtsever şahsiyetin eşzamanlı ve çok değerli katkılar sunmuşluğu sözkonusudur.

Bir diğer yanlışta derneğin kısa adıyla ilgili olarak sıkça gündeme geliyor. Derneğimiz, ilgili yazıların çoğunda BİN-GENÇ olarak anılıyorki bu karışıklığa sebebiyet verecek bir yanlışlıktır. Derneğimiz hiçbir zaman BİN-GENÇ kısa adını kullanmadı. BİN-GENÇ adını kullanan dernek bizim derneğimizden sonra kurulmuş bir başka dernektir. BİN-GENÇ, düşünce bağlamında olduğu kadar üye tabanı bakımından da BİN-GENÇ-DER'den farklı bir kitle örgütüdür. Bizim derneğimize BİN-GENÇ demek, Ahmet Bulmuş'un başkanlığını yaptığı BİN-GENÇ derneğine ve bu derneğin şahsen benim takdirle karşıladığım çabalarına haksızlık hatta saygısızlık olacaktır, karışıklığa yol açması da cabası. Bu nedenlerle yanlıştan dikkatle kaçınılması gerekir.

Derneğin kurulmasında yer alan, emeği geçen, destek sunan, yetişmemize katkıda bulunan tüm ağabeylerimi ve dostlarımı şükranla anıyor, bugün aramızda olmayan kahraman yoldaşlarımın aziz hatıraları önünde hürmetle eğiliyorum.

26 Aralık 2010


02 Nisan 2011

Testinin hikâyesi..


Nemlenmiş ziyadır
Dal muhabbetince
Tünemiş durur
Yaprak ucunda
Damladı
Damlayacak
Usulünce sızacak
Yaşamın teri
Çiğ taneleri misali
Karışarak ötekilere
Sel zamanıdır ömrüm.
Yürek çöl
Hasreti serap
Kahinim remil attı
Falım tutacak.

Ten ölür
Ses kalır
Sular yağmurla çoğalır.

Ayrılık doğum
Kavuşmak ölüm
Varlığımın yarısı ömrüm
Hele bir
Libası çevir de
Göreyim hayran
Astarı hangi renkte?
Neler varmış içerde?
Aydınlık ne ki?
Işık gözlerimde
Yumarsam gece
Zifri özünde.
Bu kaçıncı 
Nafile secde
Kaç rekat tükettin
Gönlünün ateşinde.
Seni çıplak gömecekler
Geldiğin yere
Arz-i rüyada kalacak
Servetin
Canın
Günahın, sevabın
Ayinen iştir
Öyleyse
Bitiştir evveli ve ahiri
Başka cevherin yok
Kapanacak sayfan
Çünkü yaşadın.
Hayat vadeli uykudur
Ömre sığdırılmış
İnişli ve çıkışlı
Merdiven misali
Çekecekler altından
Damdan düşer gibi
Boşlukta çırpınacak
Uyanacaksın.
Tabut dedikleri
Kırkayak tırtıl
Hamulesi cepsiz kefen
Benimse
Naçar ellerimde
Beyaz eldiven
Amuda kalkmış
Yürüyorum
Toprağı kirletmeden
İki arada
Bir derede
Ben damla
Sen derya
Ben aktım
Sen büyüdün
Ayna tuttun fasılasız
Ziyanıma tanık ömrüm.

**

Saz ipekten tahnitte
Gövdesi dingin
Unutulmuş durur
İzbe piramitlerde
Duası ezberde
Dokununca dillenir ancak
Elde mızraptır inleyen.
Toprak çanaktan
Tahta kepçelerle
Aşırdığımız meydir
Ayrılıktan bizar
Vuslata sevdalı
Divane ruhun
Koyverdiği vaveyladır
Izdıraptır inleyen.
Ardımız yaşam
Önümüz ölüm
Mazi dedikleri
Testide yıllanmış
Esrükleyip dörtnala kalkmış
Sazlığı uzaklarda binektir
Umuda sürdüğüm.
Sonunda mat dedi
Kabını kırdı kördüğüm
Dinle bak
Tende şaraptır inleyen.
Sonuç biçare dalında
Kökte sebeptir inleyen
Bedende başkaldırmış
O layezal Rab'dir inleyen.
Kat kendini ulaş sen de
Ezvahıma yanık ömrüm.

**

Ses tanrıydı
Söz tanrıydı
Tanrı kelamdı
Lisansız.
Tanrı kitap
Tanrı emir
Tanrı kuraldı
İmgeden ayrık
Elif Ba sız.
Tanrı gökyüzüydü
Tanrı gündü
Tanrı karanlık
Ulaşması imkansız.
Yakına istediler 
Yere indi
Tapınaklara put
Konaklara duvar süsü
Totem oldu alanlara
Sanatkarı meçhul
Ustasız.
Kutsal fetişe
Kolyeye döndü
Sıralandı tanrılar boynumda
Sonra döğme yapıp
Etime iliştirerek
Taşıdım fasılasız.
Kimi zaman alevi
Sünniydim kimi zaman
Bazen mutezile
Arasıra eş-ari
Varmak için menzile
Gahi bahdini
Gahi êzdî
Akliydim akıl istedikçe
Estikçe kelamiydim
Dem be dem putperest
Hem de pagan
Manituya tapınan.
Zigguratın kutsal burcu
Rahibelerin fuhuş orucuydum.
Gem takılı
Geyşa iştihasının çektiği
Bulutsuz rahmetti benimkisi
Taşlara düştüm
Yosun tuttum
Meryemin o bildik utancında.
Olur mu demeyin
Sevgi Haktır
Bir yanım isevi
Teslisin ucuyum
Bizatihi kendisiyim salibin
Ateşime mıh çakılır
Lav olur
Serpilirim dağlara
Eteklerim kül yanığı
Çalılarda
Dikenlerde saklıyım
Mazyar'dan
Mazyer'e
Tanrının gölgesi
Meşe ağacıyım
Altında dileğe durulan
Sabii dallarımda
Çaput kırmızısı damlalar
Yarımı haça yonttular
Kanarım
Rüzgarım hanif.
Ben hepsiyim
Hikmeti tabakamda saklı
Taçlı yaprağa sarılı
Sis koyuluğu gibi
Dostun soluğu gibi
Üflenmiş
Yola vurmuşum
Dönüşü yok
Gel desin yeterki
Uçarak giderim
Kanatlarımda yel
Erişmek
Boynumun borcu
Çocuksu
Pazarlıksız.
Böyle buyrulmuş
Levh-i mahfuzda
Sonsuz görünüm
Binbir sıfatla
Sırasız siftahsız.
Değilmi ki
Ben-i beşerim
Babamın nefesiyim
Ve dahi nefsiyim
Anamda döllenmiş
Demlenmiş
Resimlenmiş
Dillenmiş
Ser a pa sevgiyim
Çem a çem reddiye
Cismani serbestiye.
Merdum merd den gelir
Ölümlü demektir
O halde ser seriyim.
Koşumladım yaşamı
Fani tanımına ismimce
Tanrıdan münezzeh
Yarin armağanı
Mendile sarıp
Yüreğime bastım
İnanç adına ne varsa
Şüphesiz
Gümansız.
Bilirsin
Her zerresiyle
Tanrı ölür
Sevgi kalır geriye
Çırılçıplak
Günahsız.
Cebaxçor koktuğun için
Ruhuma sinmişsin
İmanıma çalık ömrüm.
Seni benim bacağımdan astılar
Beni de senin
Dara çekili
Parçasıydık kudretin
Taşımazdım yoksa
Sırtımda kamburum gibi
Bunca zaman yollandık
Beraberce
Deniz bitti
Sonunda karaya vardık
Yavaş çek kürekleri
Sahil uyanmasın.
Aruz mevsimidir
Dalganın hüneriyle
Sürüklemiş ayıbını Cudiden
Arafta durur şimdi
İncir yaprağı misali
Yılanı saklamanın
Üremeye katılmanın
Yorgunluğuyla malül
Titrer fidelerim
Ayağa kalkıp
Pay vurası gelir
Yele veresi gelir kendini
Düşüp öpesi gelir
Orta yerde toprağı
Hem eza
Hem hediye
Yasak elmayı
Isırdım diye
Çalıştı Ademin kıssası.
Başı yok 
Sonu yok
Her tattan bir tutam
Tufan Nuhtan kadim
Ve Nuhun sonrası
Ardımda ömrüm
Alnımın yazısı
Önüm sırat-ı müstakim
Kılla kılıç arası
Yargıcın yanılsaması
Belli ki hatası.
Üzülme ömrüm 
Ben ettim
Sen ödedin biteviye
Sorgusuz vebalsiz
Senden önce çizilmişti yörüngen
Dolanıp durduk
Sürüngen havliyle
Ben baş
Sen kuyruk
Böyleymiş diye
İlahi buyruk.
Diren ki
Allah'ın emri değişsin
İrade-i cüzziyen
Yegane silahın
Gerisi uyduruk.
Seni anlatabilsem
Bir sunabilsem
Yüceltebilsem sevgiliye
Kurtulsak ikimiz de
Gamsız pervasız.
Mahşer-i ati
Mahşer-i sabık
Bir kabdan
Diğerine boşaldık
Çekilince usaresi
Toprak kaldı geriye
İşte böyle
Testinin hikayesi
Şarap yine o şarap
Zarftan zarfa takaddüm
Mazrufu baki
Ağlayarak doğmuşuz ya
Ayrılıkçı
Ve münafık
İsyanıma sanık ömrüm.

Eylül 2004 - Stockholm




 

İMAM SALİHA

Zamanın birinde köylerden birinin imamı senelik izine gidecek olmuş. Gitmeden önce köyün yaşlıları etrafına toplanmışlar ve demişlerki;
- İmam Efendi sen izne gidiyorsun, en az bir ay süreyle burada olmayacaksın, senin yokluğunda bize imamlık etmesi için kimi önerirsin? Malum ya ibadet farizamızı yerine getirmek için camiye bir imam lazım.

İmam biraz düşünüp taşındıktan sonra;
- İmamlık edecek kişinin kamil, arif ve salih bir insan olması gerekir demiş ve gitmiş.

İmam gittikten sonra yaşlılar köyün diğer erkeklerini de toplayarak köyde Kamil, Arif ve Salih olanı aramaya başlamışlar. Sağa koşuşturmuşlar, sola koşuşturmuşlar köyde bu isimde kimsecikler yok. Sonra ne yapacaklarını kara kara düşünmeye başlamışlar. Köyün gençlerinden biri öneride bulunmuş ve demişki;
- Köyümüzde ne Kamil bulabildik, ne Arif, ne de Salih, bunların hiçbiri yok ama köyümüzde Saliha isminde bir kadın var onu imam yapalım o zaman imam efendinin sözü yerine gelir.

Saliha denen kadın köyün kaşarlanmış kırığıymış. Hovarda bir kadın yani. Köyün bütün erkeklerini ayarttığından kadınların baskısıyla tecrit edilmiş imiş. Kimse açıktan hal hatırını sormaz, alenen misafirliğine gitmezmiş. Yaşlılar itiraz edecek olmuşlar ama başka çare yok. Elleri mecbur. İmamsız kalıp günaha girmektense Saliha'nın imamlığını kabullenmeyi yeğlemişler.

İhtiyar heyeti Saliha'nın evine yollanmış, kendisine meseleyi açmış, imam olmasını istediklerini belirtmişler. Saliha bu, cin gibi kadın. İmamlığın getireceği yararları düşünerekten teklifi hemen kabul etmiş.

- Siz gidin, ben öğlen namazında camide olurum diyerekten ihtiyarları yola vurmuş.

Öğle yaklaşınca vücut hatlarını gösteren bir fistan giymiş. Süslenip, püslenmiş. Başına da bir örtü örtmüş. Her zamanki alımlı yürüyüşünü daha da alımlılaştırarak camiye doğru yola koyulmuş. Camiye gelince bir de ne görsün. İmam gitmezden önce sekiz-on ihtiyarın gittiği camiye bütün köy doluşmuş. Namaz kılan kılmayan herkes camide. Öyleki caminin dışında ceketini serip namaz için bekleyenler bile varmış.

Saliha bekletmeden namaza durmuş. Secdeye giderken, herkesin gözü secde yerine Saliha'nın arkasındaymış. Saliha, hafifmeşrep ya oturak alemlerinde yanık sesle havalar okumasını öğrenmiş imiş. Duaları da fettanlık olsun diye şuh bir tarzda okuyunca cemaatten "ahhh, offf, şefaat yaresulellaaah, yandım allaaah" nidaları yükselirmiş. Bir ay müddetle bu böyle devam etmiş.

Derken imamın izin süresi dolmuş ve köye geri dönmüş. İmamı karşılamışlar, hoş-beşten sonra imama Saliha'yı vekaleten imam yaptıklarını anlatmışlar. Sonra da Saliha'nın imamlığa ehliyetli olup olmadığını ve ibadetlerinin kabul olunup olunmayacağını sormuşlar. İmam eski kulağı kesiklerdenmiş, anlayacağınız Saliha'nın gedikli müşterilerinden. Üstelik Saliha'nın bir ayağı candarma karakolundaymış. Mahzuru var dese Saliha'nın gazabına uğrayacak. Yok dese islamın açık hükmü var kadınlar imamlık yapamaz. Kem-küm etmiş, lafı dolaştırmış ama anlaşılır bir cevap verememiş.

O gün camiye hiç gitmeyen köyün sarhoşu da oradaymış. İmamın yanındakilere dönüp;
- Mı zonênîb in nımaj qebûl nibên ! (ben bu namazın kabul olmayacağını biliyordum) demiş.

12 Ekim 2006



 

EKŞİ NARI YEMEYEN EŞŞEK

Zamanın birinde bir eşşek ülkenin birinde hükümdar imiş. Görünüşte hükümdarmış ama gerçekte başkaları adına hükmedermiş. Günahı söyleyenlerin boynuna, eşşeğin yuları katırların elindeymiş. Katır cemaati eşşeğe vekil ve nasp tayin ettikleri samur kürklü tilki kadı aracılığıyla eşşeğin iradesini ele geçirmişler imiş. Uzunca bir müddet bu böylece devam etmiş.

Derken bir gün eşşeğin eşşeklikleri artık çekilemez raddeye varmış. Hiç kimse eşşekçe bir yönetimden memnun olmadığı için ülkede karışıklıklar çıkmış. Her yer yakılıp-yıkılmış, yağmalanmış. Ülkede huzur kalmadığına hükmeden ahalinin çoğu göç etmiş. Şehirler boşalmış, vadiler ıssızlaşmış.

Geniş çayırların, münbit otlakların artık yegane sahibi olduklarını düşünen katırlar eşşeğin göstermelik hükümdarlığına gerek kalmadığı fikrinde birleşip eşşeği tasfiye etmeye karar vermişler. Vermesine vermişler ama nasıl yapacakları konusunda bir türlü yol bulamamışlar. Sonunda her zaman olduğu gibi samur kürklü tilki kadıya başvurup yardım istemişler.

Tilki; - Sizler eşşek soyu ile dayı-yeğen olursunuz. Bu akrabalık bağı değilmiydi ki sizleri gerçek iktidar sahibi kıldı.. Aynı hısımlık gelecekte de gerekebilir. Sizlerin eşşeğe bir fenalık yapmanız gözü açılmamış olanların gözünü açar. Bunun yerine eşşeğe kendi neslinden olan eşşek-arılarını musallat edinki aralarında birlik ve beraberlik bir daha avdet etmesin, diye yol göstermiş.

Eşşeklerin hısımları olan, eşşek soyundan pekte farkı bulunmayan katır soyu tilkinin hikmetli sözlerinden pay çıkarmışlar ve hemen eşşek-arılarına haber salmışlar. Yüksek makamlardan emir ve yetki alan eşşek-arılarından bir filo eşşeği saklandığı samanlıkta biraz da tilkinin medyumluğu sayesinde bulmuşlar ve direnmesine fırsat bırakmadan kanatlarının üzerine alarak uçurmuşlar. Eşşek, aşırı derecede yükseklik korkusu olduğu için düşmekten korkuyormuş. Korktuğu olmamış. Kendisini katırların emrettiği gibi kazasız-belasız bir şekilde ıssız bir yere indirmişler. Önüne bol miktarda eşşeklerin okuduğu kitaplardan, biraz da arpa ve saman yığmış, başına da nöbetçi dikmişler ve çekip gitmişler.

Eşşek kendini hükümdar sandığından olsa gerek hala rüyasından uyanamamış imiş. Olanların nedenini anlayamaz bir halde kendi kendine mırıldanır dururmuş. Başına ne geldiyse kendi hemcinslerinin eşşekliğinden geldiğine inanır, kendisinin de aynı eşşeklerden bir eşşek olduğunu nedense hatırlamaz yada hatırlamak istemezmiş.

Derken günler günleri kovalar, zaman durmadan akarmış. Tilki Kadı’nın seçtiği kitaplardan başkasını okuması yasak olan eşşek, gece-güdüz ara vermeden önüne yığılan kitapları okurmuş. Okuması zorunluymuş. Bazen katırların ileri gelenleri eşşeğin bulunduğu yere gelir verilen kitaplarla ilgili olarak kendisini imtihan ederlermiş. Derslerini aralıksız tamamlayan eşşek imtihanlarda aldığı aferinlerden son derece keyiflenir kendisinin büyüklüğüne olan inancı pekişirmiş.

Zamanla eşşekte daha da eşşekleşme alametleri zuhretmiş. Okuduğu kitapların etkisinde kalarak kendini dindarlığa adamış. Kitaplardan birinde eski zamanlarda adına Sumer denen coğrafyada din adamlarının hükümdar olup devlet yönettikleri yazılıymış. Bu bahsi çok seven ve benimseyen eşşek evliya olmaya karar vermiş. Zaten şaşaalı günlerinde kendisine evliyalıktan öte peygamberlik sıfatları da verilmiş imiş. İçten içe bu sahte yakıştırmalara inanarak kanıksamış bulunan eşşeğin evliyalığa eskiden beri meyli ve özentisi var imiş. Eviyalığa kendini iyice kaptıran eşşek kendini ibadete verip secdeden kalkmaz olmuş. Gece-gündüz tanrıya yalvarır kendisini evliyalara katmasını dilermiş. Sonuçta eşşeğin batıl beklentisi öyle bir hal almış ki kendini tanrıya beğendirmek için yedi iklimin, karıncaların, ağaçların ve tüm kadınların haklarını gözeten evliyalar evliyası sıfatını kendine uygun görmeye başlamış. Arasıra kendisini görmesine izin verilen sıpaları önünde 'ben daha önce dememişmiydim' diye başlayan cümlelerle olacakları önceden sezinlemiş edasına bürünür, keramet sahibi olduğunu hissetirmeye çalışırmış. Bir dönem için söylediklerine türlü hikmetler bile atfedilmiş. Eşşeğin eşşekce kerametleri, olanları henüz anlayamamış eşşekler arasında yankı bulur imiş.

Tanrı ise yukardan eşşeğin halini izlermiş. Eşşek haliyle kendisini kandırmaya çalışmasını eşşeğin yaradılış nedenleriyle uyumlu görüp eserinde bir gayri tabiilik olmadığını meleklerine izah edermiş. Eşşeğin yakarmaları üzerine kendisine bir ders vermeyi kararlaştıran tanrı, eşşeklerle ilgili meleğini evliya kılığında eşşeğin rüyasına girmekle görevlendirmiş. Eşşek uykudayken çıkagelen melek eşşeğe;

- Tanrı senin dileklerini kabul etti, yarın gün doğumuyla birlikte filanca tepeyi aşarak önüne çıkan dar patikayı izle. Hiç durmadan ve sapmadan yoluna devam et. İzleyeceğin yol seni evliyaların arasına götürecek. Evliyalara karışacaksın ve evliya olacaksın, demiş.

Eşşek uykudan uyanınca evliyanın söylediklerini hatırlamış ve yola koyulmuş. Günlerce durmadan dinlenmeden yol almış. Ne yol bitiyormuş ne de evliyalar ortaya çıkıyormuş. Eşşek bitkin ve inançlarını yitirmiş bir halde kurak bir çöle varmış imiş. Vardığı yerde yiyecek ot bitmediği gibi içecek su da yokmuş. Eşşek tam da umutsuzluğa düşmüş ve itikadı sarsılmışken uzakta bir vaha görünmüş. Gücünün son kırıntılarını harcayarak vahaya ulaşabilmiş. Uzaktan vaha gibi gözüken yerde sadece bir kaç tane nar ağacı varmış. Narın susuzluğunu giderebileceğini düşünen eşşek bir nar koparmış bir ısırımda narın yarısını mideye indirmiş. Fakat nar oldukça ekşiymiş. Eşşek kendince çok önemli olan midesinin ekşi narla harap olacağını sanmış ve narın öteki yarısını yemeden atmış. Üstüne bir de lanetler okumuş ve söylenmiş, yeniden yola koyulmuş. Tuttuğu yolun kendisini nereye götüreceğinden habersizmiş. Geri dönmeyi istermiş ama eşşekliğinden nasıl dönüleceğini bilemez haldeymiş. Kaderin kendisini mecbur ettiği yolda yürümeye devam etmekten başka çaresi yokmuş. Bir kaç gün daha yol aldıktan sonra yolunun üzerine tam da orta yere uzanmış bir deve çıkmış. Devenin her yanı eşşek arıları tarafından kaplanmış olduğundan yerde uzananın deve olduğunu güçlükle seçebilmiş imiş. Eşşek arıları deveyi bir tüyü dahi görünmemecesine kaplamış olduklarından eşşek önce devenin öldüğünü yada öldürüldüğünü sanmış. Semerini çıkararak eşşek arılarının üzerine sallamış ve arıları ürküterek kaçırtmaya çalışmış. Bu esnada sanki uykudaymış gibi hareketsiz duran deve yattığı yerden eşşeğe ismiyle seslenerek;

- Senmisin Eşşek? Diye sormuş.

Eşşek; - Gelenin ben olduğumu nereden biliyorsun?

Deve; - Allahı biliyorum da ondan, demiş..

Eşşeğin okuduğu din kitaplarından birinde 'Tanrıyı bilen herşeyi bilir' sözü yazılıymış. Tanrının ismini işiten eşşek kendi yakarmalarını ve evliyalara katılmak için yola çıktığını birden hatırlamış. İçinden, 'olur ya belki de yoluma çıkacak olan evliya buydu' diye düşünmüş. Evliyalığı kendisine alıkoyup eşşekçe haliyle bir de deveyi imtihan etmeye kalkışmış.

- Sayalımki sen Tanrının sevgili kulusun niçin eşşek arıları senin üstünü kapatmışken tanrı seni korumadı? Benden olmasaydı eşşek-arıları kaçmayacaktı. Semerimi sallayarak eşşek-arılarını ben kovdum.

Deve alaycı bakışlarla;

- Arıların hesabı arılardan sorulur eşşek! Seni kanatlarına alıp ıssızlık deryasında uçuranlar aynı eşşek-arıları değilmiydi? Narlığın kenarından geçerken nar yemeye kalktın. Susuzluğu en iyi gideren ekşi nardır. Oysa sen tanrı nimetinin kadrini bilemedin, tutup fırlattın. Murdar ettiğin yarım narın hesabı da senden sorulur.

Eşşek; - (Biraz da hata yapmış olma endişesiyle sormuş) Sen evliyamısın?

Deve; - Ben tanrıdan bir parçayım. Tanrıdan geldim tanrıya dönerim. Benim tek ayetli kitabımda bir tek cümle yazılıdır. İnancım tek cümlelik fizik yasasında gizlidir.

Eşşek; - Nedir senin bunca yüce tek ayetin?

Deve; - 'Herşey aslına dönecektir', şeklinde üç sözcüklü tek cümleli bir kitabım vardır. Bana başka emir iletilmemiştir ve başkaca hiçbir şey bilmem.

Eşşek, devenin evliyalardan olduğunu anlamış. Merak içerisinde kendi durumunun ne olacağını, deve gibi ermişlere karışıp karışamayacağını sormuş.

Deve; - Senin yücelmen için önce eşşekliğini kabul etmen gerekir. Sen aslına dönmeyi düşünmüyor hatta aslını küçümsüyorsun. Kendini doğurgan olmayan katır neslinden peydahlamaya çalıştığın tanrı katında yazılıdır. Oysa katır soyu senden güç almış, senden türemiştir. Katırların zulmünde senin de katkın vardır. Zorbalara suç ortağısın.

Bu sözler üzerine eşşek yine her zamanki eşşekliğiyle inkara yönelmiş, kendi erdemlerini ve evliyalığa ne kadar layık hatta yeterli olduğunu sıralamaya koyulmuş. Deveyi kandıracağını sanıyormuş.

Deve; - Kendi olmayan hiçbirşey olamaz. Aslına saygısı olmayanın hiç kimsenin katında saygınlığı olmaz. Sen kendi neslin için değil başkaları adına ve de şahsi düşlerin adına evliyalık tasarlıyorsun. Evliyalığı da hükümdar olmak için istiyorsun. Ermişlikle zorbalık bir arada olmaz. Yönetmek sevgi işidir, gönül işidir. Yönetimler zulüm egemen olmasın diye vardır. Rehberi tilki olanın icraatı yalan ve talandır. Hırsızlara şerik olanın ahaliyi yönetmeye hakkı yoktur. Tanrı katında eşşeklerin akıldan, iz'andan, vicdan ve merhamet gibi ulvi hissiyattan nasiplenmedikleri yazılıdır. Bu nedenle eşşek taifesine eşşek ismi uygun görülmüştür. Eşşekten evliya olmaz.

Bu sözleri işiten eşşek geçte olsa eşekliğini, dolayısıyla dileğinin kabul edilmediğini anlamış. Darısı henüz anlamamış olanların başına.

2006 / Stockholm

Yüzellilikler'den bir aile, üç kürt..


Lozan Anlaşmasına göre Türkiye genel af ilan edecekti. Ancak, Türkiye'nin, vatan karşıtı çalışmaları çok belirgin olan 150 kişiyi bu genel affın dışında tutma hakkı vardı. Bunlar sınırdışı edildiler. Bu 150 kişiye yakın tarihimizde "yüzellilikler" dendi. Bunlar arasındaki kürtlerin tümü politik işlevler üstlendiler.

Dersim'li Bahriye Eski Nazırı Kürt Hamdi Paşa (Cakacı Hamdi) Mısır'a sığındı ve oradan Arnavutluk'un Tiran şehrine geçti. Büyük olasılıkla orada öldü.

Mevlanzâde Rıfat Bey, Suriye'ye geçti. Gazeteci ve siyaset adamı olan Rıfat Bey "Serbesti" gazetesinin sahibiydi. 24 Mart 1919 tarihli "Hukuku Beşer" gazetesinde Kuvvayi Milliye'ciler aleyhindeki yazısı Mustafa Kemal'i çok kızdırdı. Komutan ve subaylar için "ali safihler", "haydut başları" deyimlerini içeren bu yazı, onun 150'likler arasına girmesinde büyük rol oynadı. 1930'da Halep'te öldü.

Kürt Mustafa Paşa için, yakın dönem tarih ve araştırmacıların büyük bölümü "Nemrut Mustafa Paşa" deyimini kullanırlar. Süleymaniyeli olan Mustafa Paşa, Irak’ta Şeyh Mahmud Berzenci’nin Kürt Hükümetinde yer aldı ve orada öldü

Fanizadelerden büyük kardeş Kerim Fani Doğan'dır (1824-1932). 1870'li yıllarda Osmanlı saltanatına muhalif faaliyetlerinden dolayı Sarıkamış'a, oradan da sırasıyla Muş vilayetine ve Ginc(Kaleköy) mutasarrıflığına sürüldü. 1926 yılında Şeyh Said Başkaldırısı nedeniyle tam yüziki yaşındayken bu kez Cumhuriyet idaresi tarafından Konya'nın Ermenek ilçesine sürüldü. Soyadı kanunundan sonra Doğan soyadını aldı. 1932  yılında 108 yaşındayken Ermenek'te öldü.

150’likler listesinde yer alan kürtlerden Adana’daki "Fanizade"lerden üç kişi yer alıyordu. Aslen Kürdistan'ın  Süleymaniye şehrinden olan bu aile, Şeyh Abdulbaki Mehmed Fani Efendi'nin kardeşiyle göçederek Tarsus'a  yerleşmesi nedeniyle birçok araştırmacı tarafından Adanalı bilinir. Abdulbaki Mehmet Fani Efendi, Sülaymaniyeli tüccar Ahmet İnayet Efendi'nin oğludur. 1850'de doğdu. 1875 senesinde Kadirli'de açılan Rüşdiye mektebinin kurucusu ve ilk muallimidir. 18 Kanuni evvel (18 Aralık) 1936'da Kadirli'de vefat etmiştir.

İyi yetişmiş bir mutasavvıf olan Şeyh Abdulbaki Mehmed Fani'nin 7 oğlu vardı:

Zeynel Abidin Fani (1884-1938), İstanbul Hukuk Fakültesinde müderristi. Osmanlı Meclisi Mebusanı'na Adana milletvekili olarak seçildi. Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Sekreterliği yaptı. Kürdistan Teâli Cemiyeti'nin kapatılmadan önceki son Genel Sekreteri'ydi. İlk kürt bayrağı Zeynel Abidin Fani tarafından hazırlanarak Kürdistan Teâli Cemiyeti kimliklerine bastırıldı, kendisinin Genel Sekreterliği döneminde cemiyet üyelerine dağıtıldı. 1924 yılında 150'liklere dahil edilerek vatandaşlıktan atıldı. Fransa'ya gitti, oradan Mekke'ye geçerek Mekke Şerifi Hüseyin ile birlikte "Vahdettin'i Karşılama Komitesi" kurdu. İngilizlerin Suudi Hanedanı'na darbe yaptırarak Şerif Hüseyin'i yönetimden uzaklaştırmaları üzerine Mısır'a geçti. Daha sonra yakınlarının yaşadığı memleketi Revanduz'a döndü ve 1938 yılında Revanduz'da öldü.

Ali İlmi Fani Bilgili (1878-1964), 18 Nisan 1912 – Ağustos 1912 döneminde Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda Kozan milletvekilliğine seçildi. "Ferda" ve "Rehber" gazetelerini çıkarırken İttihat ve Terakki karşıtlığı yaptı. Adana Resmi Gazetesi'nde müdürlük ve yazarlıkta bulundu. Ayrıca Adana'da yayınlanan "Anadolu" ve "Teceddüd" gazetelerine başyazarlık, Adana Lisesi'nde edebiyat ve farsça öğretmenliği yaptı. Kürdistan Teâli Cemiyeti üyesiydi. 1924 yılında 150’liklere dahil edilerek vatandaşlıktan atıldı. Sonra kardeşi Mesud Fani ile birlikte "bağımsız" Hatay'a yerleşti. 1939 yılında Hatay'ın Türkiye'ye katılmasından sonra antlaşma gereği yeniden Türkiye vatandaşlığına geçti. Affından sonra yazarlığı ön plana çıkarılarak törenle karşılandı. Soyadı Kanunu'ndan sonra Bilgili soyadını aldı. Maraş Lisesi'nde bir dönem felsefe öğretmenliği yaptı. 1964 yılında İstanbul'da öldü.

Dr. Mesud Fani Bilgili (1889-1979), Mersin'de yargıçlık ve "Cebelibereket" (Osmaniye) mutasarrıflığı yaptı. Kürdistan Teâli Cemiyeti üyesiydi. Kürt Talebe-Hêvî Cemiyeti yayın organı Rojî Kurd'a yazılar yazdı. 1924 yılında 150'liklere dahil edilip vatandaşlıktan çıkarılınca önce Suriye'ye, daha sonra Fransa'ya geçti. Dr. Mesut Fani Bilgili Paris’te hukuk doktoru oldu ve orada 1930 yılında L.Rodestein yayınevi tarafından yayınlanan "La Nation Kurde et Son Evolution Sociale" (Kürt Ulusu ve Sosyal Gelişimi) kitabını yazdı. 1938 yılında, 60 sayfalık "Atatürk'ün Hayat Felsefesi" adlı kitabı yayınladı. 1939 yılından sonra Hatay’da avukatlık yaptı ve 1979 yılında İstanbul'da öldü.

Ahmet Fazıl Fani, muvazzaf subaydır. Binbaşı rütbesinde Filistin cephesinde şehit olmuştur

Alb. Selahattin Fani Doğan, 1919 yılında ingilizler tarafından Malta'ya sürüldü. 12 yıl sürgün yaşamından sonra salıverildi. İzmir'e yerleşerek sağırlar mektebinde muallim olarak hayatını sürdürdü, orada öldü.

Dr. Baki Bilgili (1879-1979), kardeşlerinin aksine kemalistlerle anlaştı. Adana'nın kurtuluşunda aktif roller oynadığı için Kurtuluş Savaşı Madalyası'yla ödüllendirildi. 1979 yılında İstanbul'da öldü.

Ali Sabahattin Fani, Şeyh Abdulbaki Mehmed Fani'nin 7. oğludur.

Kaynaklar:

1- 150'likler / Kimdiler, Ne yaptılar, Ne oldular?, İlhami Soysal, Gür Yayınları, 3. Basım, 1988 İstanbul.
2- 150'likler Albümü, Tarih ve Toplum Dergisi, Ekim 1989.
3- Kürt Talebe-Hêvî Cemiyeti, Malmîsanij, Avesta Yayınları, 1. Basım, 2002 İstanbul.
4- Bir 150'liğin Kitabı, İsmail Arar, Tarih ve Toplum Dergisi, 1988.
5- İttihat-Terakki ve Kürtler, Naci Kutlay, Vejîn Yayınevi, 1990 Stockholm.
6- Kürdoloji Belgeleri, Mehmet Bayrak, Öz-Ge Yayınları, 1994 Ankara.
7- Kürdistan Teâli Cemiyeti, İsmail Göldaş, Doz Yayınları, 1. Basım, 1991 İstanbul.
8- Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, Malmîsanij, Jîna Nû Yayınları, 1. Basım, 1991 Uppsala / Sweden.
9- Bitlisli Kemal Fevzi ve Kürt Örgütleri İçindeki Yeri, Malmîsanij, 1. Basım, 1993 Stockholm / Sweden.
10- Son Hattatlar, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, İstanbul, 1955
11- Maraş Tarihi ve Coğrafyası, Besim Atalay, Yeni Basım, 1973 İstanbul.
12- İngiliz Belgelerinde Kürdistan 1918-1958, Ahmet Mesut, Doz Yayınları, 1992 İstanbul.




"Bawa Dûzîgûn" üzerine..

Türkler gibi Palandöken demek yerine "Dokan" der ve Pala ile Dokan'ın anlamları üzerinde ayrı ayrı durursanız Pala ismi sizi bir kavime, Dokan ismi sizi bu kavmin rahiplerine, din adamlarına götürür. Homa inancının ne olduğunu sorgulamadan kızılbaşlığa ve din adamlarına yeterince açıklık getirmiş sayılmayız. Nuri Dersimi, zazakide yer etmiş bazı sözcüklerin Kapadokî şeklinde isimlendirilen Hitit-Pala dilleriyle ilgisini tesbit etmiştir ama bu sadece bir sonuçtur. Dersimi, bunun nedenlerini araştırmaz ve farkında olduğunun bilgilerini sunmaz. Aynı olgunun farkına varan bazı araştırmacılar bu olguyu derinlemesine yargılamadan kürtlerin "anatolik" olduğuna dair tezler kurgulamışlardır. Kuşkusuz benim niyetim burada tez kurgulamak değil.

Şia, mevlevilik ve bektaşilik ile ruhani dejenerasyona uğrayan, özgün formu deforme olan kızılbaşlık bugün "Baba Duzgûn" demektedir. Oysaki aslı zazaki telaffuz ile "Dızgûn" kurmanciyle "Dûzîgûn"dur. Dêrsîm aşiretlerinin genel ismi eski kayıtlarda "dusîkî-duzîkî" şeklinde olup esasta dini bir isimlendirmedir. Zig yada Zik sözcükleri zirve, yükselti, uç anlamlarını vermektedir. Dızîgun, iki yüceliği, iki kutsiyeti içeren anlamındadır. Baba tanrı Güneş ile baştanrıça Ay'ın oğlu olması nedeniyle bu her her iki yüceliğin müşterek ürünü ve varisi olan tanrıya verilecek ismin bu nedenle Dûzîgûn olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Dûzîgûn ismi, başlangıçta dinsel bir sıfatlandırmayken zaman içerisinde etnik sıfatlandırmaya dönüşecek olan Dımîlî, Dımîlkî genel isimlendirmesiyle de uyum içerisindedir. Dımîlî sözcüğünü çevirdiğinizde "iki boyunlu" anlamını verir. İki ayrı kutsiyetin ürünü olan bir tanrının izleyicilerine her iki (ay-güneş) tanrıyı dışlamayan ama üçüncüsüne, oğul tanrıya başat rol vermiş olmaları dolayısıyla Dımîlî denmesinde hiçbir aykırılık yoktur. Homa, iki farklı özellliği bünyesinde barındıran, gecenin ve gündüzün, bereketin ve döllemenin, iyiliğin ve kötülüğün, yaşamın ve ölümün hükmedicisi olarak düalist özellikler taşır. Düalist karakter, bahse konu inancın ay ve güneş kültüne birlikte yer vermesinin sonucudur.

Homa'nın bir diğer karakteri, anatanrıça kültü üzerinde inşa edilmekle birlikte eril oluşudur. Bu nedenle kızıldır, sur'dur, sor'dur, Kurê Şan'dır, güneşin oğludur, babasının oğludur, anası kutsal sayılmakla birlikte nesebi, soyaçekimi eril dominant anlayışla açıklanır. Dêrsîm'i, yörenin yaygın dili olan zazakiyi bir kenara itip farsça yada kurmanci ile anlamlandırmaya koyulursanız "Gümüş kapı" manasında algılamanız gerekir, oysa zazakide kapıya "der-derî" denmez, kapı sözcüğünün zazaki karşılığı 'bêr'dir. Dêrsîm'i, anatanrıçanın kutsiyetine izafeten inşa edilmiş tapınakların yöresi olarak kabul etmek doğru olanıdır. Burada Homa inancı, daha eski olan anatanrıça(ay) tapımının uzunca bir çekişmeden sonra baba tanrı inancına yenik düşmesi ve baba kültü ile örtülmesinden sonra ortaya çıkan bir uzlaşmayı, bir sentezi temsil etmektedir. Teslis'in(1) benzer türü günümüz kızılbaşlığında hala yer bulmaktadır. Dêrsîm inancının tanrısı Homa, Hitit'in Pulun, Urartu'nun Tarhund(Tarqun-Tercon) tanrılarıyla ve genel olarak Mithra(Threeaton) tanrısıyla benzer özellikler içermektedir. Zazakide üç sayısına 'hîri-hîryê' denmekte olduğunu, Hîrkaniya(Hyrkania) coğrafyasının Partia Homa Varga ülkesinin sınırları içerisinde yer aldığını da bilgilerimize ekleyelim.

Kurê Şan'dan, Bextiyar'a, Demenan'dan Balaban'a kadar aşiret isimleri Homa'nın sıfatları ve özellliklerinden ilham alınarak verilmiş isimlendirmelerdir.

Pêrî, anatanrıçaya adanmış bir akarsudur. Munzur da anatanrıçaya adanmıştır.

Alevîliği, kızılbaşlığı Zerdüşt diniyle açıkladığınız zaman Med-Pers çıkmazına girersiniz. Oysa persler Homa tapımının izleyicilerini İranî olarak kabul etmiyor Turanî kavimlerden sayıyorlardı. Türklerin hiç ilgisi yokken turanîliğe yamanmak istemeleri kendi köken perakendeliklerine bir dayanak uydurmak güdüsünün sonucudur. Turanî isimlendirmesi etnik bir isimlendirme olmaktan ziyade Mazda inancına karşı çıkan ve eski inançlarında direten topluluklara verilmiş dini bir isimlendirmedir. Partia Homa Varga, Partia Tigrak Xuda(farslar istihza amacıyla çarpıtarak Hüda derler(2)), Partia Tara Dariya (Siriderya) ülkelerinin yer aldığı coğrafya tümüyle Turan ülkesi olarak isimlendirilmekteydi. Daha sonraları Turan ülkesinin güneyini kapsayacak şekilde Xorasan dendi. Xorasan ismi, bu alanlara zamanla şemsî(mazdeist) inancının yayıldığına işaret etmektedir. Bu toplulukların Turanilik kadar bir diğer ortaklıkları da Parnî topluluklara mensup olmalardır. Estetik olarak teslis, felsefi olarak düalist, tanrı ve tapım anlamında barındırdığı monofizit özellikleri dolayısıyla kızılbaşlığın ancak her cepheden araştırılması ve içerdiği figürlerin yerli yerine oturtulmasıyla doğru sonuçlara varılabilir. Aksi halde Med-Pers ekseninde saplanılan Zerdüştî çıkmazına Kureyş, Ali ve Ehlibeyt çıkmazını eklemek hatası oluşur ki bu tür bir yorumlayış tarzı kızılbaşlığı müslümanlıkla açıklamaktır.

Sonuç olarak; Dêrsim, Dûsîkî, Dûzîgun, Dımîlî, Zaza(eril, oğul, güneşin oğlu, tanrının oğlu, güneş soylu), Homa sözcükleri bir yandan inanç sistemini işaret ederken diğer yandan anlamları itibarıyla şaşmaz bir bütünlük arzetmektedirler. Zaza ve kızılbaş inançlarını yorumlarken bu yanyanalığı ve uyumu gözardı edemeyiz. Homa inancı, başlangıçta ana tanrıça kültüne bünyesinde yer vermesi nedeniyle Zerdüştî inancından daha eskidir, İslam dini bu her iki dinden sonra gelir.

16 Kasım 2009

***

(1) Teslis: Üçlü. Baba, ana, oğul tanrı formuna sahip inanç türlerini tanımlamada kullanılan terim.
(2) Hüda : (farsça) Başlık, külah.

Dêrsim, Cebaxçor ve "Cesur Bingöl"...

1. Dünya Savaşı 1914 yılında başladı. Osmanlı İmparatorluğu 1916 yılında almanların yarattığı bir desise sonucu savaşa katıldı. Türk ordusu Enver Paşa komutasında kafkaslara kadar ilerledi. Rusya'nın karşı saldırısı karşısında tutunamayan Osmanlı ordusu yenildi ve geri çekildi. Yenilginin en önemli nedenlerinden biri de osmanlı kurmaylarının zorlu kış şartlarını hesaplayamamasıydı. Ordunun büyük bölümü donarak telef oldu. Yalnızca Allahu Ekber dağlarında 250 bin kayıp verildi. Ruslar geri çekilme sırasında oluşturulan savunma cephelerinin hepsini yardı ve düşürdüler. Rus ordusu kuzeyden Erzurum'u, doğudan Bitlis ve Muş'u ele geçirerek Cebaxçor dağlarına kadar ilerledi. Son savunma hattı batıda Kiğı'dan, doğuda Masalla deresinin duvar gibi sarp yamaçlarına kadar uzanan 150 km.lik bir yay oluşturuyordu. En şiddetli çarpışmalar Göynük (Agnit) deresinin derin bir kanyon oluşturduğu Çobantaşı (Keray Şıonê) ile bugün Şeref Meydanı denilen Sêrdeşt'in Masalla vadisine hakim yamaçlarında yer aldı. Radar Tepe (Mersos) ve Çobantaşı (Kera Şıonê) Rus ilerlemesinin durdurulduğu mekanlardır.

Osmanlı ordusunun cephe karargahı Sêrdeşt'teydi. Kös kaplıcaları yakınında yer alan askeri hastahaneye ilaveten Sêrdeşt'te de ikinci bir hastahane vardı. Yaralılar ve hastalar buralara sevkedilerek tedavileri yapılıyordu. Günümüz Sêrdeşt'inde bir şehitlik vardır. Şehitliğin bilgi panosunda bir zamanlar şu ibareye yer verilmişti; "Kiğı'dan Sêrdeşt'e kadar uzanan cephede 1,5 yıl devam eden savaş süresince 150 bin asker yaşamını kaybetmiştir, yöre halkının aynı büyüklükteki kayıpları bu sayıya dahil değildir."

Demek oluyorki 1. Dünya savaşının Cebaxçor ve mücavir yörelere faturası 150 bin insan kaybıdır. Bu sayıda yüksek bir zaiyat bugün "kahraman, gazi, şanlı" ünvanlarıyla güya taltif edilmiş illerin hiçbirisi için sözkonusu değildir.

Osmanlı kuvvetlerinin yanıbaşında savaşan kürt milislerine Cibranlı Halid Bey albay rütbesiyle, Kelaxsi'li Şeyh Şerif milis kaymakamı (yarbay) rütbesiyle, Ginc mireleri Mehmet ve Mahmud beyler binbaşı rütbesiyle, Melekan'lı Şeyh Abdullah binbaşı rütbesiyle, Çolig'li Tayyip Ali Bey binbaşı rütbesiyle, Zıktê'li Hacı Sadık Bey binbaşı rütbesiyle, Çanlı şeyhler İbrahim ve Ali binbaşı rütbesiyle, Çırik'li Baba Bey binbaşı rütbesiyle, Kargapazarlı Reşit Bey binbaşı rütbesiyle komuta ediyorlardı.

Savaştan 8 yıl sonra 1925 yılında Cibranlı Halid Bey Bitlis'te asıldı. Şeyh Şerif, Şeyh Abdullah, Baba Bey, Reşit Bey, Şeyh Ali, Şeyh İbrahim, Çolig'li Tayyip Ali Bey, Diyarbekir'de asıldılar. Zıktê'li Hacı Sadık Bey, Mustafa Muğlalı komutasındaki askerler tarafından kafası kesilerek öldürüldü. Mehmet Bey'in iki oğlu Mecit ve Şükrü Bitlis'te asıldılar. Mahmut Bey'in oğlu Süleyman Bey tutuklu olarak Bitlis'e götürülmek istenirken Muş ovasında kafası kesilerek öldürüldü. Hiçbirinin cenazesi iade edilmedi.

1. Dünya Savaşı müddetince ağır kayıplar vererek adeta insansızlaşmış yörede hasbelkader hayatta kalmış savaş bakiyesi insanlar 1925 yılında kadın, yaşlı ve çocuk ayırımı gözetilmeksizin etnik "temizliğe" uğratıldı. Mustafa Muğlalı komutasındaki kuvvetler Murat Vadisi'nde 227 köyü insanlarıyla birlikte yok etti. Bu katliamdan sadece dağlara kaçarak saklananlar kurtulabildi. Kaniya Reş, Tekman, Hınıs, Lice, Piran, Kulp yöreleri Cebaxçor yöresiyle aynı akibete uğratıldı.

Çocukluğumda bir çok köyümüzü gezme imkanım olmuştu. O dönemler köylerimiz 15-20 haneli ve az nüfuslu köylerdi. Niçin böyle olduğunu sorduğumda birçok köyün, birçok ailenin, birçok soyun geriye birtek fert bırakmayacak şekilde yokedildiği anlatılırdı. Ermeninin, rusun yapmadığını, yapamadığını kimlerin yaptığına not düşülerek tabii..

Bu insan kıyımlarının yaşandığı dönemde Bingöl yoktu. Çolig, Ginc, Arçên(Ardüşen), Darahini vardı.

Cesur Bingöl..?

Cesurmu..?

Çok cesur..!

Memlektin haline bakın. Tarih boyunca kıyım ve safeletle ödüllendirilmiş cesaret. Açlığın ve göçün nedeni cesaret.

Türke kanmışlığın, aldatılmışlığın, geri bıraktırılmışlığın, eziyet görmüşlüğün, aşağılanmışlığın, inkar edilmişliğin cesareti.

Anan öle cesaret.!

Kendini ancak kendinden olmayanlarla düşünmeye, dillendirmeye cüret edebildiği kadarıyla cesur, halden düşmüş biçare cesaret. İnsan olmanın sana verdiği ve hiç kimsenin alma hakkına sahip olmadığı hukukunu ifade edecek dili döndürmeye bile mecalin kalmamış.

Sözümüz cesaret sahiplerine.

Bu bina temelden çatıya çok güzel bir bina ama ne yazıkki bacasından çıkan dumanı eğri...

***

Devlet ilk adımı Norşin'de attı, Cumhurbaşkanı'nın ağzından Said-i Nursi'nin doğduğu köy olmasına izafeten Güroymak'ın asıl ismi olan Norşin'in [Nor: Yeni. Şin: Köy. Norşin: Yeniköy(ermenice)] benimsenebileceği mesajını verdi.

Şimdi sıra Dêrsim'de. Hükümetin Dêrsim'i kontrol altına alma isteği var. Bu istek yeni oluşmadı. 15. yüzyılın başlangıcından beri vardı. 1495 yılında Kiğı'nın Zora Gancer köyünde Serdar Mahmud'un öncülüğünde alevlenen Celali direnişleri 250 yıl devam ederek ancak 18. yüzyılın ortalarında kontrol altına alınabildi. Şikakilerin, Pazukilerin, Mihranların İran'a Zagros dağ silsilesinin doğusuna sürülmesi, Kuyucu Murat Paşa'lar bu dönemin anımsattıkları arasında.

19. yüzyılda Dêrsim tekrar direnmeye başladı. 1820 yıllarında vergi vermeyi, askerlik yapmayı reddeden Ginc ve Cebaxçor havalisine Akçadağ ve Dêrsim de katıldı. Direnmeler Doğu'da Müküs, Güney'de Cizre ve Rewanduz federatif devletlerini kapsayacak bir yayılma seyri izledi.

20. yüzyıla Darahini ve Dêrsim başkaldırıları damgasını vurdu. 1980'li yıllarda yeniden alevlenen ve hala devam etmekte olan kürt direnmesi nedeniyle "Bingöl ve Tunceli" tarih boyunca olduğu gibi yine köyleri yakılan, halkı göçetmek zorunda bırakılan yöreler arasında. Köylerimiz boş, ahalisi sürgün.

Devlet Dêrsim'de alevi hemi de zaza, Cebaxçor'da bağnaz sünni hemi de zaza..

Çoğu yerde Şeyh Said'le telaffuz edilen 1925 şehitlerinin mezarları üzerinde hala tepinilmeye devam ediliyor. Bitlis'te katledilen Cibranlı Halid, Gincli Mecid ve Şükrü beylerin mezarları dahi yok. Hükümet hiçbirinin cenazesini teslime yanaşmıyor. Müslüman olduğunu söyleyen yöneticilerin idaresindeki devletten bu konuda çıt çıkmıyor.

Seyid Rıza ismiyle telaffuz olunan 1938 direnişçilerinin mezarları bile yok. Devlet cenazeleri ne yaptığını bugüne kadar itiraf etmiş değil.

Faki Hasan, Tayyip Ali, Abdullah Melekani, Çanlı İbrahim ve Ali, Avdi Areb, Telli, Yado, Faris ile taçlanmayan, itibarı iade edilmeyen Cebaxçor isterse abad edilmeye çalışılsın, özünde bu bir inkar ve aşağılamadır.

Seyid Rıza'sız Dêrsim, Dêrsim'den başka her şeydir.

Ya Agiri?

Ya Sason?

Ya Zilan?

Cenazelerimiz çiğnenirken kürtlere cemile mi yapılmış olunuyor?

Cenazelerimiz rehin tutularaktan bizimle barışma isteği mi ortaya konulmuş olunuyor?

Ört ki ölem..

8 kasım 2009

Çolig ve Cebaxçor'un etimolojisine bakış


Bingöl'e hiç bir zaman Cebel-i Cur denmemiştir. Cebel-i Cur ismi bir tek kaynakta geçer. Şevket Beysanlıoğlu'nun yazdığı 3 ciltlik Diyarbakır Tarihi'nde Diyarbakır'ın kuzeyindeki dağlara araplarca Cebel-i Cur dendiği ibaresi vardır.

1- Cur sözcüğü su anlamına gelmez. Su anlamına gelen sözcük ermenice 'çor' sözcüğüdür. Yöremizde Palu'ya bağlı Sereçor ve Karaçor ismlerinde de 'çor' şeklinde yer almıştır. Çorba yada şorbe sözcükleri de bu çor sözcüğünden türetilmiştir.

2- Cebaxçor (Cebakhçor) bir ovaya verilen isimdir. Cebaxçor ovası vardır ama "Cebaxçor Dağı" yoktur. Cebaxçor'un etrafındaki dağlar Kuya Spi, Kuya Şem, Kuya Lis, Agnit, Çotala, Hasar isimleriyle anılır. Hiçbir Cebaxçorlu yörede Cebaxçor ismiyle anılan bir dağın varlığını işitmemiştir..

3- Diyarbakır'ın kuzeyinde Egil ve Piran vardır. Cebaxçor, dağ olmadığı gibi Diyarbakır'ın kuzeyinde değil kuzeydoğusunda yer alır.

4- Yöre insanının memleketini isimlendirmek için arap istilasını yada arapların isim vermesini beklediğini düşünmek son derece mesnetsiz bir iddia olur.

5- Makedonyalı İskender'in yöreye ermenice isim verdiğini söyleyenler İskender'in ermenice bildiğini kanıtlamak zorundadırlar.

6- 'Cebax' söcüğü şifalı anlamına gelmez. Aslında hem Cebax hem de Çor sözcükleri tarihin yazıya geçmiş en eski hint-avrupalı dili Hititçe'den ermenice ve partçaya geçmiştir. Hititçe tabakh sözcüğü ermenicede Tz(Ç)abakh formunu almıştır.

7- Tzabakh (Çabax) sıvının toplanması için kenarları yükseltilmiş kap anlamındadır. Coğrafik anlamda ise etrafı dağ yükseltileriyle çevrelenmiş alanları tanımlamada kullanılır.

8- Zazaki telaffuzuyla Cebaxçor yada Ermenice telaffuzuyla Çabaxçor köken olarak hititçe olmasına ilaveten hem hitit dilinde hem de ardılı hint-avrupalı diller olan partça ve ermenicede 'suların kavuştuğu, suların toplandığı yer' anlamına gelir.

9- Çevlik şeklinde bir isim yöre halkının isimlendirmesinde ve telaffuzunda hiçbir zaman varolmamıştır. Yöre halkı hala inatla kendi memleketine Çolig demektedir.

10- Çolig'in eski versiyonu 'Çorlig' şeklindedir. Sentax kuralı gereği yanyana yer alan 'RL' ünsüzlerinden önde olanı 'R'nin çok hafif telaffuzu yada zamanla düşmesi sonucu zazakide 'Çolig' şeklinde telaffuz edilegelmiştir.

11- Cebaxçor gibi bir bileşik isim olan Çolig sözcüğündeki Ço(r) öğesi de su anlamına gelmektedir, 'ig' söcüğü ise yer anlamındadır. Vartinig, Axçig, Arçük, Axpig, Ğazik isimlendirmelerinde fonetik gereği farklı versiyonlarıyla yer almaktadır.

12- Çolig partçadır ve 'sulak yer, su kıyısı' anlamına gelmektedir.

13- Zaza aşiretleri partların bakiyesidir, zazaki part sarayının, part aristokratlarının dilidir.

14- Yörenin partça ve ermenice isimleri bir anlam birliği arzetmektedir.

15- Yöremizde yer alan Kadran, Kadımadrak, Madragêlotan, Ğazik, Ğeyt, Aftor, Tarbason yerleşme birimlerinin isimleri de hititçedir. Bu isimleri ermenice yada zazaki ile açıklamak mümkün değildir.

16- İlaveten Cebaxçor yöresinin bizans kaynaklarında Azzianê, Azdianê, Azdianênê, süryani kaynaklarında Kitarion olarak isimlendirildiğini de malumat notu olarak ekleyelim.

Evliya Çelebi, Cebaxçor ve yöredeki diğer yerleşme birimlerinin tanıklık ettiği haliyle kökleri kadim tarihe uzanan Cebaxçor ve Çolig isimlerinin eskiliği önünde dünkü çocuk sayılır.

Memleketimizin ismini araplarla, makedonlarla yada Evliya Çelebi masallarıyla anlamlandırmaya yada açıklamaya koyulmak inkarcılığın dışında Çolig insanını küçümsemek ve memleketine isim verme yeteneğinden yoksun ilkeller güruhuna indirgemekle eşanlamlıdır.

Bir memleketin başına gelecek en büyük felaket tarihinin başkalarınca yazılmasıdır. (Arnold Toynbee)

Ekim 2009 / Stockholm




 

Mevlana Celaleddin'in kürtlüğüne dair bilgiler

Soy belirlemesinde herhangi bir araştırmacıdan çok Mevlana Celaleddin-i Rumî'nin kendini nasıl tanımladığı, hangi etnik kökene mensup saydığı esas alınacak olursa kürtlüğü tartışılmaz görünüyor. Türklerin en önemli Mevlana araştırmacısı Abdulbaki Gölpınarlı'dır. Gölpınarlı, türkçeye çevirerek neşrettiği Mesnevi nüshasının girişine Mevlana Celaleddin-i Rumî'nin kendini takdim ettiği; 'Kürt yattım, arap uyandım' şeklindeki cümlesini koymuştur. Mevlana bu deyimle soy mensubiyetini kürt olarak tanımlarken, arap dini ve kültürüyle yoğrulduğunu açıkça ifade etmiştir.

Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in yazdığı İbtida-name adlı yapıtta Mevlana'nın 1207 yılında Belh'te doğduğu, 5 yaşına bastığı 1212 yılında ailesinin Belh'ten ayrılmak zorunda bırakılarak uzun süre sırasıyla Suriye, Erzincan, Malatya yörelerinde kaldıktan sonra ancak 1221'de Konya'ya gelip yerleştikleri bilgisi yer alıyor. Orhan Pamuk'tan şahsen okumadım, şayet Mevlana'nın "rum asıllı" olduğunu yazmışsa; Grekçe bilmeyen, bunun yerine farsça konuşan, Belh doğumlu bir Mevlana ile karşı-karşıya olmaklığımız sözkonusudur.

Türklerin "rum" şeklindeki telaffuz tarzı temelde yanlıştır. Rum sözcüğü, etimolojik olarak günümüz rumenleriyle ilgilidir. Türkler rumenlerin ülkelerini de yanlış bir şekilde Romanya şeklinde yazıyor ve telaffuz ediyorlar. Doğrusunun Rumenia olması lazımdır. Rumenler, romalılardan farklı olarak slav topluluklarına mensupturlar. Türkçede "rum" sıfatlandırması batı Anadolu'nun grek ahalisini isimlendirmek maksadıyla kullanılmasına ilaveten 'diyar-ı rum yada rumî" deyimlerinde olduğu gibi coğrafik tanımlamada da kullanılıyor. Kürtler daha doğru telaffuz ediyorlar, grekleri, romalıları ve hatta türkleri "rom" olarak adlandırıyorlar. Karışıklık buradan ileri geliyor. Mevlana'nın "rumîliği" sonuçta grek topraklarında ikamet eden Mevlana Celaleddin'i aynı dini sıfatlandırmaya sahip diğer mevlanalardan ayırmak için yakıştırılan rumî sıfatının yanlış kullanımından ibarettir.

Bunun kadar önemli bir bulgu da Mevlana'nın Belh doğumlu olmasıdır. Doğum yeri ve tarihini oğlu Sultan Veled'in yapıtı aracılığıyla bilmekteyiz. Belh şehri, Sivêdî konfederasyonunun hanedanı olan Barmakî'lerin yönetim merkeziydi. Ebu Muslim Xorasanî ile eşzamanlı olarak Abbasilerin hizmetine girinceye kadar barmakîler Belh'te ikamet etmekteydiler. Partların bakiyeleri olan Xorasanî ve Sivêdî kabilelerinin müttefikleri durumundaki sair İranî topluluklarla birlikte göçleri aynı zamanda Hint-Avrupalı toplulukların Anadolu'ya en önemli göç dalgalarından biridir.

Çeşitli ansiklopedilerin Barmakî bahsinde ilgili hanedanlık ailesinin Abbasi halifelerinin hizmetine girinceye kadar budhist olduklarına, Sivêdî devletinin çöküşünden sonra bile günümüz Vatikan'ını anımsatır bir statüye sahip olarak yaşamış Belh şehrinin hiçbir devletin ve hükümdarın ilişemeyeceği özerkliğine değinilir.

Şerefname'den ulaşan, Osmanlı'ya şeklen bağlı, yönetimleri babadan oğula geçen 4 (görece) bağımsız kürt hükümetinden biri olan Ginc mireliğine dair bilgiler arasında Ginc mirelerinin Barmakîlerden geldiği bilgisi de yazılıdır. Bu mirelerin ahfadı boy mensubiyetlerini hala Sivêdî olarak tanımlıyorlar.

Gerek Mevlana'nın kendini bizzat tanımladığı cümlesi ve gerekse doğduğu yer kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kürt topluluklarını gösteriyor. Ailesinin Konya'da Selçuklu himayesine girmezden önce kürt vilayetlerinde ikamet etmiş olması da ayrıca dikkate değer.

İsmet Zeki Eyuboğlu'nun "Bütün Yönleriyle Mevlana Celaleddin" (Özgür Yayın-Dağıtım, İstanbul, 1988) adlı kitapçığında belirttiğine göre Sultanü'l-ulema diye anılan babası Bahaeddin bin Hüseyin bin Hatibi'nin Belh'ten ayrılması kendi isteğiyle olmamıştır. Eyuboğlu, ayrılma nedeni olarak bazı "kınanacak davranışların" varlığından bahseder. Şems-î Tebrizî olayında benzer kınanacak davranışların tekrarını bu kez oğul Celaleddin'de babadan intikal etmiş bir iptilanın tezahürü olarak görmekteyiz. Kuşkusuz niyetimiz ahlak yargılayıcılığı değil. Ancak zorunlu göçedişin nedenlerinin sorgulanmasına binaen bu bilgileri nakletmemiz gerekiyor.

Aynı dönemde varlık gösteren kürt soylu germiyanîlerin komşusu durumundaki isfendiyarîler de kürt ağırlıklıdır, paştu, fars, beluc ve tacik karışımı olup, sonuçta İran menşei taşıyorlar. Avestik Spen-data ismi, tarihi süreç içerisinde evrilerek orta dönem kürtçesinde (eşkanî) İsfendiyar'a dönüşmüştür. Eskiden bir kürt şehri olan İsfahan ismi de aynı avestik kahramanın, Spen-data'nın ismine izafeten verilmiştir. Tıpkı kürtler gibi farslar arasında da İsfendiyarî kabileler var. Fars isfendiyarîleri farsların ezici çoğunluğunun aksine kürtler gibi sünni akidelerini takib ediyorlar. Farslarda İlam'ın dravidileriyle karışmanın sonucu olan dominant esmer tenlilik isfendiyarîlerde yerini açıktenliliğe bırakıyor. Farslar, isfendiyarîleri "kuhî' kabilelerden sayıyorlar. Süreç içerisinde asimile olarak farsların bünyesine iltihak etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Germiyanî bahsiyle birlikte İsfendiyarî bahsinin de taranması aynı yörede eşzamanlı olarak bulunmuş toplulukların kökenine ilişkin daha net bilgilere ulaşmamızı sağlayacaktır.

25 Nisan 2009