Kenan Fani Doğan

Kenan Fani Doğan

02 Nisan 2011

Diyet

Çok eski zamanlarda köylerden birinde yaşlı bir deve yaşarmış. Yaşlı devenin çifte hörgücü varmış. O dönemlerde çift hörgüçlü develer nesiller boyu eşkiya olurmuş. Çifte hörgüçlülük develer arasında yiğitlik alametiymiş. Çifte hörgüçlü develerin dişileri de erkekleri kadar hatta onlardan daha fazla savaşçı ve cesur olurlarmış, savaşlarda erkekleriyle beraber silah kuşanır, çoğu kez onlardan önde giderek daha büyük yiğitlik ve fedakârlık gösterirlermiş. Günahı söyleyenlerin boynuna, çifte hörgüçlü develerin soyu haksızlıktan sakınan bir eşkiyaya dayanırmış. Deve soyunun askerleri, fedaileri hep bu çift hörgüçlü develerden oluşurmuş. Kendi soylarını ve topraklarını, yabancılardan, istilacılardan korumak, kollamak için çifte hörgüçlü develer her zaman ön saflarda kabına sığmaz cesaretleri ve fedakârlıklarıyla yer aldıkları için kahramanlar defterinin şeref sayfaları çifte hörgüçlü develere ve onların saygın anılarına ayrılmış imiş.

Gözü doymaz katırların develere ait topraklarda gözü varmış. Hergün yeni bahaneler üreterek develerin topraklarına saldırılar düzenler, yağma, hırsızlık, cinayet, velhasılı kalmayan barbarlığı denerlermiş. Develeri baş eğmeye, sindirmeye, giderek teslim olmaya mecbur etmek için her türlü zorbalığa, hileye başvururlarmış. Develer vargüçleriyle direnir, kendilerine ait olanı vermemek için her saldırıyı aynı şiddetle, kararlılıkla, efsanevi kahramanlıklarla karşılarlarmış.

Savaş bu, güce ve fedakârlığa dayanır. Develer haklı olmalarına rağmen bağlaşıkları azmış. Katırlar ise eşşek neslinden tutunuz, sırtlanlara, çakallara, tilkilere, yılanlara ve çıyanlara varıncaya kadar bütün lanetlileri müttefik edinmiş imiş. Tek hörgüçlü develerden bile soyuna ihanet edenler çıkmış imiş. Sonuçta, develerin fedakârlıkları, kahramanlıkları, gücü kendilerininkini yüzlerce kez aşan barbarları bertaraf etmeye yetmemiş. Biraz da güce boyun eğmeye eğilimli iç ihanetin yardımıyla mağlup edilmişler. Esas felaket, binlerce kahraman çifte hörgüçlü devenin vatansever direnişleri kahpece pusularla, tuzaklarla, ihanetin emsali görülmemiş örnekleriyle eşitsiz bir biçimde ezilip, deve soyu, savunucularından mahrum bırakıldıktan sonra gelmiş imiş.

Felaket ki ne felaket!

Binlerce silahsız ve savunmasız deve, yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden acımasızca katledilmiş. Binlercesi kaba dayak ve işkence ile sakat bırakılmış, aşağılanmış, tecavüz görmüş. Köyler yakılmış, yıkılmış, otlaklar zehirlenmiş. Yüzbinlercesi esir alınarak zındanlara doldurulmuş. Zındanlara sığmayanları ise yurtlarından koparılarak sürgünlere gönderilmiş. Vahşetin enva-i türlüsü deve soyunda denenmiş. Böylece, katır soyunun bilinen vahşetine, acımasızlığına bilinmeyen sayfalar eklenmiş. İhanetçiler, kendi hemcinslerinin cesetlerini yemeye memur edilmişler. Otobur develer, leşobur oluvermiş hem de yırtıcılıklarını kendi soyunun etinde ve kemiğinde sınayaraktan. Sırtlanlar ve çakallar güruhu kahpe pusularda sürülerle saldırarak deve olmanın ötesinde hiçbir suçu olmayanları köy meydanlarında, sokak aralarında infaz eder, kanlı ağızlarına diş payı beklerlermiş. Tilkiler en hayasız puştluklarını bu günlere ayırmışlar. Yılan ve akrep tayfası ağuların feriştesini bu savaş süresince zulmün hizmetine koşmuşlar imiş. 'Koynumuzda yılan beslemişiz' sözünün bu dönemden kaldığı rivayet olunur.

Köylerden birinde eskiden çok iyi silah kullanan, senelerce eşkiyalık yapmış, zalimlere kan kusturmuş yaşlı bir deve yaşarmış. Hayatının son demlerine gelmiş imiş. Yaşlılık bu ya, ayrıca hastaymışta. Artık savaşamaz durumda olan yaşlı eşkiyanın köyü de vahşetten nasibini almış imiş. Katırlar yanlarına eşşekleri ve diğer hempalarını katarak eşkiyanın yaşadığı köyü basmışlar. Silah aramışlar, direnişçi çifte hörgüçlü develeri aramışlar. Köyün yiğitleri çoğunlukla savaşlarda toprağa düşmüş, arta kalan az sayıda çifte hörgüçlü ise dağların kuytularında firarilere karışmış imiş. Talancı sürü, aradıklarını bulamayınca daha da canileşmiş. Her yanı yakıp yıkmışlar. Onlarca günahsızı, savunmasızı köy meydanında idam etmişler. Yaşlı devenin, çocukluğunu yeni tamamlamakta olan, daha tüyleri bitmemiş üç tane yavrusunu sorgulayacağız diye diğerlerinden ayırmışlar. Katırların sorgulama dedikleri şeyin sorgusuz-yargısız katletmek olduğunu bilmeyen yokmuş. Hukuk ve adalet kavramlarından hiç haberdar olmayan ve olmak da istemeyen katır soyunun gaddarlık alameti yasaları ancak astıktan sonra yargılamayı gerektirirmiş. Masum yavrularının akibetini anlamakta hiçte zorlukları bulunmayan yaşlı deve ve eşi çok direnmişler ama fayda etmemiş. Karar kesinmiş. Çapulcu katırlar diğer suç ortaklarının da yardımlarıyla dört günahsız yavruyu önlerine katarak götürmüşler. Bu gidişin sağ-salim dönüşü olmayacağını herkes bilmekteymiş.

Katliam mangaları köyü terkedip gidince ızdırabın kara bulutları bir sessizlik perdesi gibi her yanı kaplamış. Geriye sadece kan ve gözyaşı kalmış imiş. İşte o an yaşlı devenin mavzeri aklına düşmüş. Öfkesini namluya sürüp, her zalimin alın çatına çakışında bir mazluma yaşam olanağı yarattığı günlerini anımsamış. Dağların dorukları, kaya kovukları, cesaret ve yiğitlik timsali silah arakadaşları bir bir gözlerinin önünden akıp gitmiş. Yol kesmeyi, müfreze dağıtmayı, tutsakları kurtarmayı bilmez değilmiş hatta en iyi bilenlerdenmiş. Ama eşkiyalık genç ve dinç olmayı gerektirirmiş. Bizim yaşlı deve ise oldukça ihtiyar ve halden düşmüş imiş. Çaresizlik, acılarını daha da katlıyor, dayanılmaz hale getiriyormuş. Hayatında ilk defa gözleri nemlenmiş. Evlat bu.. Geleceğin, umudun, yaşamın ta kendisi. Nasıl üzülmesin ki?

Eşkiyanın eşi de çok üzgünmüş. Eşinin meyus hali onu daha da dokunaklı hale getirmiş imiş. Üzülmenin fayda etmeyeceğini, birşeyler yapmaları gerektiğini ikisi de biliyormuş. Eşkiyadan daha dinç olan eşi, çocuklarının ardı sıra gitmek istediğini, buna güç yetireceğini söylemiş. Yapabilecekleri başka bir şey de yokmuş.

İkinci gün ortalık ağarırken çift hörgüçlü dişi yollara koyulmuş. Katırların merkez üssü olan şehri biliyormuş. Surlarla tahkim edilmiş bu şehir hapishanelerinin büyüklüğü, mahkumlarının çokluğuyla ünlüymüş. Katırların en büyük askeri gücü burada üslenmiş imiş. Zulmün bir nevi kalesi haline getirilmiş bu şehir defalarca ayaklanmalara sahne olmuş imiş. Her defasında ihanetin yardımıyla kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanmalar ve akabinde bu şehrin katır soyunca kalmayan eziyetlerin merkezine dönüştürülmüş olması, haklı olarak buraya "Karaşehir" denmesine neden olmuş imiş. Oraya doğru yollanmış.

İki gün yolculuktan sonra gün batarken şehre ulaşmış. Günbatımında şehrin kara olan surları göze daha bir kara görünüyormuş. Şehri silahlı katır kalabalıkları bekliyor, giren çıkanları kontrolden hatta aramalardan geçiriyor, kuş uçurtmuyorlarmış. Birilerinden şüphelenmeye görsünler, eziyetlerin en kahırlısı ve ölüm hemen yanıbaşlarında hazırmış. Binlerce ecel sorgusundan sonra çift hörgüçlü deve şehre girmeyi başarmış.

Varıp yerleştiği handa katırların paşasının evini bir güzel sormuş, soruşturmuş. Sabahı iple çekiyormuş. Handa geçirdiği gece, gecelerin en uzunu gibi gelmiş. Sabahleyin erkenden paşanın ikametgâhına doğru yola koyulmuş. Paşanın oturduğu yer hemen yakınlardaymış. Evi bulmuş ama yaklaşması imkansız. Ne kadar denemişse izin vermemişler. Eee deve inadı bu, hele bir de çift hörgüçlü olup eşkiyaların soyundan gelirse öyle kolay pes edermi? Bizimki de etmemiş. Paşanın evinin tam önüne çöküp beklemeye başlamış. Paşa her sabah evinden çıktığında yaklaşmaya çalışırmış, bırakmazlarmış. Her akşam dönüşü görüşmeye yeltenir engellerlermiş. Sonunda paşanın dikkatini çekmeyi başarmış. Paşa, maiyeti olan katırlara çift hörgüçlü devenin bir kaç gündür burada ne aradığını sormuş. Kendisine anlatmışlar. Biraz da meraktan olsa gerek, deveyi yanına getirmelerini buyurmuş. Katırlar hemen devenin yanına varmışlar, isteğinin kabul olunduğunu, paşanın kendisiyle görüşmek istediğini bildirerek huzura almışlar.

Paşa sormuş:

- Kaç gündür evimin etrafında dolanıp durursun, benimle görüşmek istermişsin, derdin nedir?

- Askerleriniz köyümüzü basarak katliam işlediler. Yetmezmiş gibi, benim günahsız ve tüyü bitmemiş yavrularımı tutuklayıp getirdiler. Yavrularımın hiçbir suçu yoktur. Sizlerin yaptığınız keyfidir, zulümdür, cinayettir. Evlatlarımı geri istiyorum. Onları almadan bir yere gitmeyeceğim.

Dişi devenin cesareti ve kararlılığı katırlar paşasını öfkelendirip hayrete düşürmekle kalmamış biraz da korkutmuş. Hiddetinden çenesi titriyormuş. Kendisini zor toparlamış. Dişi devenin önünde küçük düşmemeye çalışıyormuş. Bütün kurnazlığını kullanarak onu oyuna getirmeyi düşünmüş. Konuşmak istiyormuş ama sanki boğazı düğümlenmişcesine bir türlü konuşamıyormuş. Biraz beklemiş, zaman kazanmak, tıparlanmak istiyormuş. Sonra sesine üzgün ve biraz da buyurucu bir ton vermeye çalışarak:

- Çok üzgünüm, size yardımcı olmayı çok isterdim. Fakat biliyorsunuz benim de üstlerim var. Emir çok kesin. Benim yapabileceğim hiçbirşey yok. Senin dört evladından sadece birini serbest bırakmaya yetkim var. Şimdi git ve sabaha kadar düşün. Hangisinin serbest bırakılmasına karar verirsen yarın sabah gelir söylersin ben de onu sana bağışlarım. Bizlerin çok şefkatli ve kadirbilir olduğumuza inanmalısın. Adaletin hükmü böyle ve hepimizin kanunlara uymaktan başka seçeneğimiz yok. Sen bir kadın olarak buralara kadar gelme cesareti göstermeseydin bu kadarını da yapmazdım. Senin hatırın için yapıyorum, bilesiniz ki bizim affediciliğimiz sonsuzdur... Demiş ve dişi deveyi dışarıya çıkarmaları için nöbetçi katırlara işaret etmiş.

Dişi deve çaresiz dışarı çıkmış. Bu denli iğrenç yaratıklar olabileceğini hiç düşünememiş imiş. Suçsuz evlatlarının adalet adına ölüme gönderileceği duymaktan hayrete düşmüş. Hepsinden önemlisi, kendisinden evlatları arasında tercihte bulunması isteniyormuş. Birinin yaşaması için diğer iki günahsız evladını feda ederek suçlu olduklarını zımnen onaylaması da cabası. Timsah soyuna anlatılsa onlar bile iğrenirmiş. Oldukça sarsılmış. Son gücünü de kullanarak ilk gece konakladığı hana doğru yollanmış.

Artık olacakları çok iyi biliyormuş. O geceyi de uykusuz geçirmiş. Sabahleyin erkenden toparlanarak doğruca katırların paşasına gitmiş. Kendisini tanımışlar, zaten bekliyorlarmış. Talimat verilmiş imiş, hemen içeri almışlar. Paşa ise kendince oyun oynayacak, fırsat buldukça alay edecek, bu yaşlı ve yiğit deveyi aşağılayarak küçük düşürmeye, azmini kırmaya çalışacakmış. Devenin yalvarıp diz çökeceğini sanıyormuş, kendini bu sahneye hazırlamış imiş. Bu nedenle diğer yüksek rütbeli katırların da görüşmede bulunmalarını istemiş. Aklısıra astlarına caka satacakmış, bu tasarımla dişi deve içeri girer girmez lafı hiç uzatmamış. Önce maiyetinin üzerinde göz gezdirmiş, sonra deveye dönerek, sinsi bir ifadeyle:

- Kararını verdin mi, hangilerini asalım, hangisini bırakalım? Diye riyakarca sormuş.

Dişi deve son derece sakin ama emredici bir sesle cevap vermiş:

- Üçünü de asın...

Dişi devenin umulmadık cevabı hepsinin suratlarında kırbaç gibi şaklamış. Paşa zorlama bir ifadeyle:

- Bizlerin bağışlayıcılığımızı reddediyorsun demek?

- Sizlerin bağışlayıcılığınız yaşamın yüce değerleri önünde bağışlanmazlıktır. Hangi ana günahsız evlatlarından birinin yaşamı için diğer iki yavrusunun yaşamını kanemicilere diyet yerine sunar? Sizin adaletiniz, sizin töreniz, sizin bağışlayıcılığınız buysa alın sizde kalsın. Bağışlamak hakkına sahip olmadığınız gibi, sizlere üç evladımın yaşamını ikram etmemi istiyorsunuz. İki kardeşinin ölümü üzerine yaşam kuran acaba yaşayacakmıdır? Bu nasıl hesaptır? Yavrularımdan biri kalırsa ikisi gidecek ve geri dönmeyecekler. Paşa, sen bilirmisin ki üçü beraber giderse binlerle çoğalıp geri dönecekler? Ya hep beraber kurtulurlar, yada birlikte ölürler. Bizde zulme ve zalimlere sunulacak yaşam yoktur. Evlatlarımızı yaşamda ayırmadık, ölümde hiç ayırmayız. Kendi soyumuzun cellatları olmayı hiç bir şekilde kabullenmeyeceğiz. Bedenlerimizi öldüreceksiniz ama hissiyatımız yaşamaya devam edecek. Asla teslim olmayacağız!

- Son sözün bu mu?

- Evet bu.

İnfazları hemen uyguladılar. Üç savunmasız genci idam ettiler. Cenazelerini alması için dişi deveye haber saldılar. Dişi deve, handa tanıştığı ve dost olduğu bir çift öküzden yardım diledi. Onu kırmadılar. Arkalarına bağladıkları arabaya devenin dört evladının cansız bedenlerini yükleyerek yola koyuldular. Ölü sessizliği denen bu olsa gerekti. Yolda hiç kimse konuşmuyordu. Herkes düşüncelere dalmıştı. Durmadan ilerlediler.

Gün ağarırken köye ulaştılar. Yaşlı eşkiya onları bekliyordu. Merakla eşine sordu:

- Ne yaptın?

Eşi hiç cevap vermeden kağnının üzerindeki örtüyü kaldırdı ve altında yatanları gösterdi. Sonra paşanın teklifini anlattı. Eşkiya yüz hatlarında hiç bir değişiklik olmaksızın anlatılanları dinliyordu. Eşi gelinceye kadar üzüntülerin en büyüğünü zaaten yaşamıştı. Geriye yaşanacak üzüntü kalmamıştıki.

Yaşlı eşkiya görmüş geçirmiş biriydi. Yeterince tecrübeliydi. Evlatlarını ülkesi için feda etmiş binlerce baba tanımıştı, ızdıraplarına tanık olmuştu. Bugün sıra onundu. Gözyaşlarını içine akıtmasını kendi büyükleri infaz mangalarının önüne dizildiği zaman daha çocukken öğrenmişti. Yaşamın ayıramadığını ölümün ayırmaması gerektiğini biliyordu. Birlikte ölenlerin, birlikte dirileceğini de..

Eşi kağnıyı mezarlığa yöneltti. Bir an için eşinin arkasında kalan eşkiya onun metin ve bir o kadarda vakur yürüyüşünü gözucuyla izledi. Eşinin kendisinden daha yiğit olduğunun farkındaydı. Yiğitliğe vurgun olduğunun da. Dişisini geriden izlemek ona haz veriyordu. Eşini kıskanmıyordu. Onunla gururlanıyordu...

O anneydi, o sevgiliydi, o bir yiğitti..

Eşkiyaların da sevgilileri vardı. Savaşmak kadar bağlanmayı da bilirlerdi. Eşkiya, yiğitliği binlerce kez üreten, üretmekle kalmayıp yaşatan kaynağı tanıyordu. Tanımakla beraber seviyordu. Omuzdaşı, silahı kadar, hürriyeti kadar kendine yakın ve yüceydi. Eşkiyalar yücelikten, yücelikler eşkiyalardan ayrılmazdı. Ayırmaya kimsenin gücü yetmezdi. Sevdanın gücüyle eşkiya olmamışmıydı? Yaşamın kuralıydı, insanlar söner, sevdalar ışımaya devam ederdi.

Cenazeleri gömdükten sonra köy halkının taziyetlerini kabul ettiler. Ahali, katledilen gençlerin isimlerini yeni doğacak yavrularına vermeyi kararlaştırdıklarını belirterek yaşlı çifti teselliye çalıştılar. İsimlerin kuşaktan kuşağa devri yüzlerce yıl sürdü ve daha da sürecekti. İsimlerle birlikte özellikler de kuşaktan kuşağa akıyordu. Sonuçlarını görmek için Nuh misali uzun ömürlü olmak gerekirdi. Çifte hörgüçlülerin çoğu kez aynı isimleri taşımalarının sırrı buydu. Onlar sadece görünümleriyle biribirlerinden ayrıdedilirlerdi. Bitmemecesine çoğalmak için ölümü fedakarlıkla karıp yaşama dönüştürmek çift hörgüçlüler için bir yaşam kuralıydı. Eşkiyalığın töresi buydu. Yoksa dağlar boş kalırdı.

05 Eylül 2006 - Stockholm

Hiç yorum yok :