Kenan Fani Doğan

Kenan Fani Doğan

27 Nisan 2011

Memê Alan üzerine notlar



Kral Ardasis I ( Artaşiz ) M.Ö. 189 yılında ülkesinin bağımsızlığını ilan etti, devletinin sınırlarını batıda Fırat doğuda Hazar Denizi arasında yer alan Ermeni-Kürt yükseltilerine, kuzeyde Kafkasya güneyde Toroslara kadar genişletti. Buna Kurc ( Gürcistan ) ülkesinden bir parça da dahildir. Artaşiz devletini iyi düzenlemek ve imar etmek için için idari bölgelere ayırdı. Sonra hellenizm kültürüne önem vererek bu kültürü bütün tabakalara yaymaya ve genelleştirmeye çalıştı. Ekonomik alanda da çalışmalar yaptı, köprü ve yollar inşa etti. Tarımla ilgilenerek canlandırdı. Ülkesine saldıran Alan kabilelerinin akınlarını durdurdu. Alanlarla arasındaki sorunları Alan kralının kızıyla evlenerek halletti. ( El Ermen fit tarih. Mervan el Mudewwer, Beyrut 1982 )

Böylece Memê Alan destanıyla Mitylene destanı ve şahsiyetleriyle ilgili olaylar gerçekte Ermeni-Kürt topluluklarında geçiyor. Artaşiz'le Alan prensesi arasında bilfiil evlilikte gerçekleşiyor. Tarih böyle bir evlilikten bahsetmese de böyle bir evliliğin o şartlarda gerçekleşmesini engelleyecek bir durum yoktur. Ancak bu tarihi olaylar daha sonraki nesiller tarafından bölge halkları arasında ağızdan ağıza dolaşacak şekilde efsanevi bir miras kalıbına sokuldu.

Yukarda anlatılanlardan anlaşıldığına göre destanın aslı Hellenistik ( Parto-Hellen ) döneme, kesin bir tarihle M.Ö. 2. yüzyıla gidiyor.

İzzeddin Mustafa Resul, destanın konu bakımından Mela Cizirî (MS 1407-1481) den daha eski olduğunu söylüyor. ( Memê Alan, Melhemetun Folkloriyetun Kurdiye, Dr. İzzeddin Mustafa Resul )

Dr. İzeddin bu konuda, Christensen'den yararlanan Lescot'un, "Memê Alan benzeri bir destan milattan bin yıl önce Ari milletleri arasında yaygındı" şeklindeki görüşünü yineliyor. Bu görüşü Nureddin Zaza, Bedirxan Sindî ve Salah Sadullah'ın eselerinde de görürüz.

Alan ( Azzi-Alban-Zaza ) halkından bir topluluk, Sasani devrinin sonu islam döneminin başlarında Kürdistan'a gelip yerleştikten sonra bu Alan destanı kürt folklorunun bir parçası haline geldi. Ancak bu destanla (Memê Alan) İngiliz edebiyatındaki Romeo-Juliet destanı arasındaki benzerlik, destanın Alan kabileleri arasındaki asaletini, Alanların hristiyanlık dönemi başlarında Roma İmparatorluğu tarafından Britanya adalarına sürüldükten sonra bu adalara geçtiğini, Shakespeare (1583-1616) tarafından tamamen şiirsel bir destan kalıbına sokulana kadar buralarda folklorik bir destan olarak yayıldığını gösteriyor. ( Şehriyaran Kemnan, Ahmed Kisrevi Tebrizi, Tahran 1928 )

Kaynak: Derbend ve Şervan Ülkesinde Kürtler ve Alanlar, Cemal Reşid Ahmed, Avesta Yayınları, 1998 İstanbul.
***


Alani kabilelerin Britannia'daki varlığına tarihi belgeler tanıklık ettiği gibi adanın eski ismi de Alani varlığını doğruluyor. Britannia'nın bugünkü adı Bret-Agna'dan dönüşmüştür. Sondaki Agna Hint mitolojisinin Agni'si yada bizim yöremizdeki Agnit'le ( Oğnut-Göynük ) aynı Agna'dır. Bundan daha önemli kanıt ise adanın bilinen en eski adının tarihi yazıtlara Albion ( Alanların yada Albanların ülkesi ) şeklinde kaydedilmiş olmasıdır. Alban ismi bugün İberlerle karışaran Arnavutlar için de kullanlıyor. Eski kafkas Albanya'sı ise Alanilerin yurduna denk düşen eski Az devletinin yer aldığı coğrafya ile tam örtüşüyor.

Shakespeare'nin etnik mensubiyeti hakkında söz söyleyebilecek durumda değilim ama Alanilerin part kabileleri olduğu, ermenilerin ve kürtlerin terkibinde bulunduğu, yukarda da belirtildiği gibi Roma döneminde bir çok aşiretin Britannia'ya sürüldüğü tarihi bir vakıa.
***

Kelt sözcüğünün konsonantları Hititlerin kadim ismi olan ( Hitit deyimi türklerce uydurulmuştur ) Keti ve Kürt isimlendirmelerinin konsonantlarıyla uyuşuyor.

Keltlerin dini inançlarının bir benzeri sadece günümüz dürzilerinde yaşıyor. Dürziler katışıksız kürttür, keltlerin sosyal yaşamları, dini inançları, gelenek ve görenekleri, savaş tarzları incelendiğinde aralarında çarpıcı benzerlikler olduğu görülür.

Keltlerde meşe ağacı kutsal sayılıyor, kürtler de meşe ağacına kutsallık izafe ediyorlar. Mazyer tanrı ağacı anlamına geliyor. Sayer, tuyer, mazyer. Maz eski dilde tanrı demektir, tanrının sıfatlarından biri değildir, bizatihi tanrı anlamına gelmektedir.

Kadınların ve erkeklerin baba ismiyle anılmalarından, savaşta yenilgi söz konusu olunca çocukların ve kadınların köle pazarında satılmamak için yakınları tarafından öldürülmeyi rica etmeleri olgusuna kadar bir çok töremiz kelt töreleriyle ayniyet arzediyor ve başka toplumlarda nadiren rastlanan hususiyetler bunlar.
***

Şexs sözcüğü arapçadır. Şahıs sözcüğünün bozulmuş şeklidir. Kürtçenin bu anlama gelen sözcükleri 'kes'le birlikte sadece Gînc-Meneşkurd zazalarının kullandığı 'kıçî' sözcükleridir. Kes ve kıçî sözcükleri Nesi dilinde de aynıdır. Türkçedeki "kişi" kelimesi Kapadoki dilden kalmadır. Neyseki türkçeyi nesiceye dayandırarak hitit soylu olmayı beceremediler. Ayrıca Avrupa dillerinde X konsonantı "ks" değerindedir. Kürtçede ise X'e daha farklı bir ses yüklenmiştir.

Bir diğer husus, etimoloji güncel sözcüklerden hareketle eski sözcükleri anlamlandırmaz, tam aksi bir yol izler. Eski dilde aynı anlamdaki sözcüğü bulur, kök sözcüğü tesbit eder ve bugünkü haline gelinceye kadar geçirdiği evrimi ilişkide bulunduğu dil ve kültürlerin etkileriyle birlikte gözlem altına alır. Kısaca, etimoloji başlangıçtan günümüze doğru yol alır ve ancak böyle yapıldığında etimolojik çalışma yapılmış olur. İkincisi, etimoloji yalnızca linguistik bir çalışma değildir, arkeolojik, mitolojik, etnografik, kronolojik çalışmaların sonuçlarını dikkate alır, temelde duran öğe ise tarih biliminin diğer yardımcı kollarında da belirleyici konumunda olan belge ve bulgulardır. Esasen tarih sadece yazılı belgedir. Biyografi yazmak da tarih yazmak gibidir, aynı öğelerin dikkate alınması gerekir.
Başta da belirttim, Şekspir'in hangi millete mensup olduğu konusunda söz söyleyebilecek durumda değilim. Bunun için çok kapsamlı bir çalışma gerekir. İkincisi, belki kendi otobiyografisi yada başkalarınca yazılmış biyografisi vardır. Araştırmak lazım. Bilimsel çalışma her ihtimale açık kapı bırakır, bununla beraber şüpheci olmak da bilimsel metodun olmazsa olmazları arasındadır. Birçok bilim adamı senin gibi bir şüpheden yola çıkmışlardır, bilimsel çalışma nihayette cevabı olmayan her soruya doğru cevap bulmayı amaçlar, ancak doğru cevaplar verebilmek bilim yöntemine uymayı, dolayısıyla kurallı çalışmayı gerektirir.

Law ve Küpe..



Bala ve balak sözcükleri kürtçedir. Zazaların Homa diye adlandırdıkları baştanrının bir çok sıfatı arasında yiğit anlamına gelen sıfatıdır. Hz. Ali yada Zaloğlu Rüstem Homa inancının yaygın olduğu dönemde yaşasalardı "bala" diye anılacaklardı, her halde Ali'ye arapça aslan anlamına gelen "Haydar" lakabı verilmeyecekti.

Bala nitelemesi ana tanrıça döneminden kalma bir sıfattır. Ana tanrıçanın eşi "Balath" diye anılırdı. Tanrısal Balath figürü Asur'dan Grek mitolojisine kadar yer bulur. Yaygınlığı bizlerin Homa dediğimiz tanrı Mithra'nın yaygınlığıyla koşuttur. Hint mitolojisinde Threaton, İran'da Mitra, Anadoluda Mithra, Roma ve Britanya'da Mithra, eski İskandinav inançlarında Tyr şeklinde karşımıza çıkar. Oğul tanrıdır. Denebilirki oğul tanrı inancı balath kültü üzerine inşa edilmiştir.

Mithra (Homa) adına birçok şehirler inşa edilerek bu şehirler oğul tanrının yiğitlik ve civanlık sıfatıyla takdis edilmiş ve isimlendirilmiştir. Balalis (Bitlis'in bilinen en eski adı), Balabitene (yada Balakhovit, Palu'nun bilinen en eski adı) bunlardan bazılarıdır. Balabitene, Iustinianus'un 536 yılında getirdiği yönetim düzenlemesinde Armenia Quarta ilinin bölgelerinden biri olarak gösterilir. Rumlar bu şehre Balouos diyorlardı. Bunun dışında Hindistan'ın kuzeyindeki tarihi Paliputra şehrinden Almanya, Sırbistan, İtalya hatta ABD'ye kadar birçok Palu yada Pali şehri mevcuttur. Hristiyan dinini inceleyen batılı müellifler İsa tarafından geliştirilen dinin Mithra inancı ve içerdiği teslis (üçlem) olmaksızın Avrupa'da yayılamayacağında birleşirler.

Bala'nın kök sözcüğü 'la'dır, eski dilde parıltı anlamına gelir. 'Ba' öneki alarak parıltılı anlamına bürünür. Kürtçenin oğul anlamına gelen farklı lehçelerdeki 'lac ve law sözcükleri' güneş olan babanın parıltısı anlamında oğulu tanımlayan sözcüklerdir. Boyacılıkta kullanılan parlatıcı özellikteki lack'ın ismi dahi 'la' kökünden türetilmiştir.

Hitit, Asur, Hurri, Med kabartmalarında yer alan savaşçı tasvirleri benzerlik gösterirler. Kollarda ve ayaklarda bilezikler, kulakta küpeler, belde kemer yer almaktadır. Bu saydıklarıma kaya kabartmalarında yiğitlik alametleri olarak savaşçıların şahsında yer verilmesi geleneklerimize tanıklık ediyor. Bugün bile çoğu yöremizde küçük yaştaki erkek çocuklara küpe takılır. Çocukları yaşamayan aileler bu yola başvurur. Bu olgunun varlığı islamiyete rağmen Mithra'dan yada Homa'dan medet ummak değilse nedir?

Güney Kürdistan'da çocuklara küpe takma hadisesine bir de isim verilmiştir. Küpe taşıyanlara tàk(h)ane derler. Küpe takılması çocuğun ailenin biricik erkek evladı oduğunun işareti olarak kabul edilir. Küpeli çocuklar kan davalarından ve düşmanlıklardan azadedirler, bir nevi dokunulmazlıkları vardır. Bunun adına kürtlerin sözlü yasası denir, başka isim vermemiz olanaksız.

1973 tarihli Van yıllığında çok ilginç bir beyit yer alır. 1583 İran savaşına katılan askerler Osmanlı müttefiki Palu Miresi Cemşid Bey'i şöyle tanımlamışlardır:

Melik-i Palu hâkim-i Cemşid-i fer
Kuşe-i gûşunda var mengûşi zer.

Kulağının köşesinde altın küpe taşıyan Cemşid (güneş) parıltısına hakim Palu kralı..

Mırdasi hükümdarındaki ihtişama, şaşaaya bakın, ne "lawuk" !






03 Nisan 2011

Bingöl Gençliği Kültür ve Dayanışma Derneği üzerine kısaca

Kısa adı BİN-GENÇ-DER olan, resmiyetteki ismiyle Bingöl Gençliği Kültür ve Dayanışma Derneği'nin kuruluşu 1974 yılının bahar aylarında rahmetli Hatip Demiralp'in evinde yaptığımız toplantılarda kararlaştırıldı. Bu karara varan çekirdek grupta ben, Hatip Demiralp, Şehid Hişar Ağaoğlu, Ferhat Aydın, Hilmi Aydoğdu vardık. Amacımız yurtsever nitelikli bir kitle örgütü kurmaktı. Birçoklarının iddia ettiği gibi hiçbirimiz o dönem itibarıyla herhangi bir siyasi partinin mensubu yada güdümünde değildik ve siyasi örgütler tarafından yönlendirilmiyorduk. Hemen her düşüncede ilerici ve aydın insanlarla bağ kurduk. Projemiz geniş kesimlerden destek gördü.

O dönemler ADYÖD üyesi olan ve Rizgari yanlısı düşüncelere sahip Rüştü Mütevellizade, yine ADYÖD üyesi olan ve DDKD yanlısı düşüncelere sahip İsmail Hakkı Mütevellizade, Rizgari yanlısı Berrin Yavuz (Mütevellizade), İstanbul'da öğrenim görmekte olan yurtseverlerden Erhan Şener, Abdülrezzak Koçakelçi, Abdulkadir Birden, bağımsız düşünceli sosyalistler olan Sadullah Gençgül, İsmet Aydoğdu, o dönemler için bağımsız bir sosyalist olan Şehid Cihat Elçi, DDKD yanlısı Şehid Şakir Elçi, Rızgari'ye yakın görüşler taşıyan Kasım Elçi, bağımsız bir yurtsever olan Yahya Elçi, yine bağımsız sosyalistler olan Şehid İdris Ekinci, Şehid Ahmet Aytemur, Mehmet Günaydın, yakınlarda kaybettiğimiz o dönem DDKD yanlısı Hilmi Elçi, bağımsız demokratlar olan Semiramis Bektaş (Karaaslan), Ahmet Gürbüz, bağımsız sosyalistler Şehid Hayri Durmuş, Şehid Resul Altınok, sendikacı ve bağımsız demokrat Süleyman Gedikli, türk asıllı Ferda Savaş, bağımsız yurtseverler Yılmaz Yüksel, Hasan Bataray, Nesimi Gemlik, o dönemler türk soluna mensup olan Suat Kışın, Ali Rıza ve Ferdane Yurtsever kardeşler bizlere aktif destek sundular.

1925 direnişcisi, Xoybun emektarı merhum Şeyh Abdulhamid Bilgin Efendi'nin sunduğu aktif destek ise çalışmalarımızı onore eden ayrıcalıklı bir yere ve anlama sahiptir.

Derneğin finansmanı bağış toplamak suretiyle sağlandı. Abdulkadir Birden ağabeyimiz derneğimizin tüzüğünü hazırlamakla kalmadı, bir derneğin nasıl yönetileceğine dair tecrübesiyle bizlere büyük katkı sundu. Denebilirki derneğin yaşam bulması onun fiili yönlendirmesiyle gerçekleşmiştir. Şakir Elçi ağabey hukuki danışmanlık yapmasının yanısıra resmi müracaatlarımızı tanzim etmiş ve büyük maddi destek sağlamıştır.

İsimlerini verdiğim değerli ağabeylerimin her biri ayrı-ayrı önemli maddi ve siyasi destek sağlamışlardır. Yine isimlerini saydıklarımdan Şakir Elçi, İdris Ekinci, Kasım Elçi, Yahya Elçi, Hişar Ağaoğlu, Hilmi Aydoğdu, Hatip Demiralp, Ferhat Aydın ve ilaveten ben derneğin kurucu üyeleri arasında yer almıştık.

O günkü dernekler yasasına göre kurulan bir derneğin kuruluş bildiriminden sonra 6 hafta içerisinde kongresini yapması zorunluydu. Ayrıca, yeni kurulmuş bir dernek çalışmalarını kongre sürecine kadar kurucu üyeler arasından oluşturulmuş bir müteşebbis heyet aracılığıyla yürütür ve aynı müteşebbis heyet kendi arasında görev dağılımı yaparak üye yazımını tamamlar ve kongre düzenlerdi. Müteşebbis heyette Hatip Demiralp başkan, Hişar Ağaoğlu sayman, ben sekreter, Hilmi Aydoğdu ve Ferhat Aydın yönetim kurulu üyeleri olarak görev aldık. Çok kısa bir sürede yeterli sayıda üye edindik. Üyeliklerin çoğu bizim teklifimiz olmaksızın gönüllü katılımlardı.

Kongre Mayıs ayının 18'inde tamamlanmamış bir inşaatta hükümet komiserinin katılımıyla yapıldı. İsmet Aydoğdu başkanlığa, ben sekreterliğe, Hişar Ağaoğlu saymanlığa, Hilmi Aydoğdu ve Hatip Demiralp yönetim kurulu üyeliklerine seçildik. Merhum Hatip Demiralp başkanlığı kendi isteğiyle İsmet Aydoğdu ağabeyimize bıraktı, hepimizin saygı duyduğumuz bir ağabeyimiz olması münasebetiyle İsmet Aydoğdu en çok Hatip Demiralp'in ısrarı ve aday göstermesiyle başkanlık görevini devraldı. Hatip Demiralp'in kongre tavrı hala saygıyla ve hayranlıkla andığım bir feragat ve fedakarlık örneğidir.

Haziran ayının son haftasında benim ve İsmet Aydoğdu Ağabey'in yönetimden çekilmemiz üzerine bir kongre daha düzenlenecek ve Ahmet Kasımoğlu başkanlığa, Hişar Ağaoğlu hepimizin ittifakıyla sekreterliğe seçilecekti. Dernek Ağustos ayından önce kapatıldı. Kapatıldığı güne kadar derneğin aktif üyesiydim, birçok semineri şahsen hazırlamışımdır. Derneğin o günkü imkanlarıyla kürt dili ile ilgili seminerler düzenleyemediğimizi, kürt dili üzerine herhangi bir çalışmamız olmadığını, buna yeterli dilbilimsel birikimimizin olmadığını, ancak kürtçe konuşulmasını ve kürtçenin yaygınlaşmasını teşvik eden bir çizgiyi inatla izlediğimizi belirtmek isterim. Seminerlerimiz daha çok Kürdistan Tarihi, ulusal kurtuluş mücadelelerinin incelenmesi, self determinasyonu esas alan siyaset teorisi ve felsefe konularını kapsamıştır.

Birçok ilgisiz insanın kuruluş ve kongre sürecine katılmamış kişilere dayandırdığı derneğin "sonbaharda" kapatıldığı ve de "KDP tarafından yada Said Elçi yandaşlarınca kurulduğu" iddiaları gerçek dışıdır. Said Elçi memleketimizden çıkmış değerli bir yurtsever ve dava adamı olarak hepimizin müşterek saygısına sahipti. Ancak onun partisiyle yukarda açıkladığım gibi ne kurucu üyelerin ne de müteşebbis heyetin kuruluş dönemi itibarıyla organik bir bağı olmadığı gibi herhangi bir partinin derneğin kuruluşunu yönlendirmek şeklinde bir tesiri yoktu ve böyle bir kaygısı da yoktu. Misalen, derneğin son seçilen başkanı olan Ahmet Kasımoğlu seçildiği sürece kadar TSİP yanlısı düşüncelere sahipti. KDP teorisyenleri ile Oya Baydar arasında bildiri savaşına ilaveten İlke gazetesinde polemiklerin ve ayrıca dişe-diş şifahi tartışmaların sürdürüldüğü bir dönemde KDP'nin kurduğu yada kontrolüne aldığı bir derneğe TSİP'e yakın düşünceler taşıyan birinin başkan yapılması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bazı yazılar Ahmet Kasımoğlu'nun beyanlarına dayandırılsa da konunun bu ayrıntısı kendine açıklandığında benim söylediklerimi teyid edecektir. İkinci ve önemli bir husus, Sevgili Ahmet Kasımoğlu'nun derneğin kuruluş aşamasında Erzurum'da öğrenim görüyor olması nedeniyle kuruluş çabalarına bizzat katılamayışı, dernek kurucuları arasında ve müteşebbis heyette yer alamayışıdır. Ahmet Kasımoğlu ilk kongremizde de bulunamamıştır, derneğe katılımı daha sonraki günlerde gerçekleşmiştir. Müştereken her kesimden ve görüşten bir çok yurtsever şahsiyetin eşzamanlı ve çok değerli katkılar sunmuşluğu sözkonusudur.

Bir diğer yanlışta derneğin kısa adıyla ilgili olarak sıkça gündeme geliyor. Derneğimiz, ilgili yazıların çoğunda BİN-GENÇ olarak anılıyorki bu karışıklığa sebebiyet verecek bir yanlışlıktır. Derneğimiz hiçbir zaman BİN-GENÇ kısa adını kullanmadı. BİN-GENÇ adını kullanan dernek bizim derneğimizden sonra kurulmuş bir başka dernektir. BİN-GENÇ, düşünce bağlamında olduğu kadar üye tabanı bakımından da BİN-GENÇ-DER'den farklı bir kitle örgütüdür. Bizim derneğimize BİN-GENÇ demek, Ahmet Bulmuş'un başkanlığını yaptığı BİN-GENÇ derneğine ve bu derneğin şahsen benim takdirle karşıladığım çabalarına haksızlık hatta saygısızlık olacaktır, karışıklığa yol açması da cabası. Bu nedenlerle yanlıştan dikkatle kaçınılması gerekir.

Derneğin kurulmasında yer alan, emeği geçen, destek sunan, yetişmemize katkıda bulunan tüm ağabeylerimi ve dostlarımı şükranla anıyor, bugün aramızda olmayan kahraman yoldaşlarımın aziz hatıraları önünde hürmetle eğiliyorum.

26 Aralık 2010


02 Nisan 2011

Yüzellilikler'den bir aile, üç kürt..


Lozan Anlaşmasına göre Türkiye genel af ilan edecekti. Ancak, Türkiye'nin, vatan karşıtı çalışmaları çok belirgin olan 150 kişiyi bu genel affın dışında tutma hakkı vardı. Bunlar sınırdışı edildiler. Bu 150 kişiye yakın tarihimizde "yüzellilikler" dendi. Bunlar arasındaki kürtlerin tümü politik işlevler üstlendiler.

Dersim'li Bahriye Eski Nazırı Kürt Hamdi Paşa (Cakacı Hamdi) Mısır'a sığındı ve oradan Arnavutluk'un Tiran şehrine geçti. Büyük olasılıkla orada öldü.

Mevlanzâde Rıfat Bey, Suriye'ye geçti. Gazeteci ve siyaset adamı olan Rıfat Bey "Serbesti" gazetesinin sahibiydi. 24 Mart 1919 tarihli "Hukuku Beşer" gazetesinde Kuvvayi Milliye'ciler aleyhindeki yazısı Mustafa Kemal'i çok kızdırdı. Komutan ve subaylar için "ali safihler", "haydut başları" deyimlerini içeren bu yazı, onun 150'likler arasına girmesinde büyük rol oynadı. 1930'da Halep'te öldü.

Kürt Mustafa Paşa için, yakın dönem tarih ve araştırmacıların büyük bölümü "Nemrut Mustafa Paşa" deyimini kullanırlar. Süleymaniyeli olan Mustafa Paşa, Irak’ta Şeyh Mahmud Berzenci’nin Kürt Hükümetinde yer aldı ve orada öldü

Fanizadelerden büyük kardeş Kerim Fani Doğan'dır (1824-1932). 1870'li yıllarda Osmanlı saltanatına muhalif faaliyetlerinden dolayı Sarıkamış'a, oradan da sırasıyla Muş vilayetine ve Ginc(Kaleköy) mutasarrıflığına sürüldü. 1926 yılında Şeyh Said Başkaldırısı nedeniyle tam yüziki yaşındayken bu kez Cumhuriyet idaresi tarafından Konya'nın Ermenek ilçesine sürüldü. Soyadı kanunundan sonra Doğan soyadını aldı. 1932  yılında 108 yaşındayken Ermenek'te öldü.

150’likler listesinde yer alan kürtlerden Adana’daki "Fanizade"lerden üç kişi yer alıyordu. Aslen Kürdistan'ın  Süleymaniye şehrinden olan bu aile, Şeyh Abdulbaki Mehmed Fani Efendi'nin kardeşiyle göçederek Tarsus'a  yerleşmesi nedeniyle birçok araştırmacı tarafından Adanalı bilinir. Abdulbaki Mehmet Fani Efendi, Sülaymaniyeli tüccar Ahmet İnayet Efendi'nin oğludur. 1850'de doğdu. 1875 senesinde Kadirli'de açılan Rüşdiye mektebinin kurucusu ve ilk muallimidir. 18 Kanuni evvel (18 Aralık) 1936'da Kadirli'de vefat etmiştir.

İyi yetişmiş bir mutasavvıf olan Şeyh Abdulbaki Mehmed Fani'nin 7 oğlu vardı:

Zeynel Abidin Fani (1884-1938), İstanbul Hukuk Fakültesinde müderristi. Osmanlı Meclisi Mebusanı'na Adana milletvekili olarak seçildi. Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Sekreterliği yaptı. Kürdistan Teâli Cemiyeti'nin kapatılmadan önceki son Genel Sekreteri'ydi. İlk kürt bayrağı Zeynel Abidin Fani tarafından hazırlanarak Kürdistan Teâli Cemiyeti kimliklerine bastırıldı, kendisinin Genel Sekreterliği döneminde cemiyet üyelerine dağıtıldı. 1924 yılında 150'liklere dahil edilerek vatandaşlıktan atıldı. Fransa'ya gitti, oradan Mekke'ye geçerek Mekke Şerifi Hüseyin ile birlikte "Vahdettin'i Karşılama Komitesi" kurdu. İngilizlerin Suudi Hanedanı'na darbe yaptırarak Şerif Hüseyin'i yönetimden uzaklaştırmaları üzerine Mısır'a geçti. Daha sonra yakınlarının yaşadığı memleketi Revanduz'a döndü ve 1938 yılında Revanduz'da öldü.

Ali İlmi Fani Bilgili (1878-1964), 18 Nisan 1912 – Ağustos 1912 döneminde Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda Kozan milletvekilliğine seçildi. "Ferda" ve "Rehber" gazetelerini çıkarırken İttihat ve Terakki karşıtlığı yaptı. Adana Resmi Gazetesi'nde müdürlük ve yazarlıkta bulundu. Ayrıca Adana'da yayınlanan "Anadolu" ve "Teceddüd" gazetelerine başyazarlık, Adana Lisesi'nde edebiyat ve farsça öğretmenliği yaptı. Kürdistan Teâli Cemiyeti üyesiydi. 1924 yılında 150’liklere dahil edilerek vatandaşlıktan atıldı. Sonra kardeşi Mesud Fani ile birlikte "bağımsız" Hatay'a yerleşti. 1939 yılında Hatay'ın Türkiye'ye katılmasından sonra antlaşma gereği yeniden Türkiye vatandaşlığına geçti. Affından sonra yazarlığı ön plana çıkarılarak törenle karşılandı. Soyadı Kanunu'ndan sonra Bilgili soyadını aldı. Maraş Lisesi'nde bir dönem felsefe öğretmenliği yaptı. 1964 yılında İstanbul'da öldü.

Dr. Mesud Fani Bilgili (1889-1979), Mersin'de yargıçlık ve "Cebelibereket" (Osmaniye) mutasarrıflığı yaptı. Kürdistan Teâli Cemiyeti üyesiydi. Kürt Talebe-Hêvî Cemiyeti yayın organı Rojî Kurd'a yazılar yazdı. 1924 yılında 150'liklere dahil edilip vatandaşlıktan çıkarılınca önce Suriye'ye, daha sonra Fransa'ya geçti. Dr. Mesut Fani Bilgili Paris’te hukuk doktoru oldu ve orada 1930 yılında L.Rodestein yayınevi tarafından yayınlanan "La Nation Kurde et Son Evolution Sociale" (Kürt Ulusu ve Sosyal Gelişimi) kitabını yazdı. 1938 yılında, 60 sayfalık "Atatürk'ün Hayat Felsefesi" adlı kitabı yayınladı. 1939 yılından sonra Hatay’da avukatlık yaptı ve 1979 yılında İstanbul'da öldü.

Ahmet Fazıl Fani, muvazzaf subaydır. Binbaşı rütbesinde Filistin cephesinde şehit olmuştur

Alb. Selahattin Fani Doğan, 1919 yılında ingilizler tarafından Malta'ya sürüldü. 12 yıl sürgün yaşamından sonra salıverildi. İzmir'e yerleşerek sağırlar mektebinde muallim olarak hayatını sürdürdü, orada öldü.

Dr. Baki Bilgili (1879-1979), kardeşlerinin aksine kemalistlerle anlaştı. Adana'nın kurtuluşunda aktif roller oynadığı için Kurtuluş Savaşı Madalyası'yla ödüllendirildi. 1979 yılında İstanbul'da öldü.

Ali Sabahattin Fani, Şeyh Abdulbaki Mehmed Fani'nin 7. oğludur.

Kaynaklar:

1- 150'likler / Kimdiler, Ne yaptılar, Ne oldular?, İlhami Soysal, Gür Yayınları, 3. Basım, 1988 İstanbul.
2- 150'likler Albümü, Tarih ve Toplum Dergisi, Ekim 1989.
3- Kürt Talebe-Hêvî Cemiyeti, Malmîsanij, Avesta Yayınları, 1. Basım, 2002 İstanbul.
4- Bir 150'liğin Kitabı, İsmail Arar, Tarih ve Toplum Dergisi, 1988.
5- İttihat-Terakki ve Kürtler, Naci Kutlay, Vejîn Yayınevi, 1990 Stockholm.
6- Kürdoloji Belgeleri, Mehmet Bayrak, Öz-Ge Yayınları, 1994 Ankara.
7- Kürdistan Teâli Cemiyeti, İsmail Göldaş, Doz Yayınları, 1. Basım, 1991 İstanbul.
8- Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, Malmîsanij, Jîna Nû Yayınları, 1. Basım, 1991 Uppsala / Sweden.
9- Bitlisli Kemal Fevzi ve Kürt Örgütleri İçindeki Yeri, Malmîsanij, 1. Basım, 1993 Stockholm / Sweden.
10- Son Hattatlar, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, İstanbul, 1955
11- Maraş Tarihi ve Coğrafyası, Besim Atalay, Yeni Basım, 1973 İstanbul.
12- İngiliz Belgelerinde Kürdistan 1918-1958, Ahmet Mesut, Doz Yayınları, 1992 İstanbul.




"Bawa Dûzîgûn" üzerine..

Türkler gibi Palandöken demek yerine "Dokan" der ve Pala ile Dokan'ın anlamları üzerinde ayrı ayrı durursanız Pala ismi sizi bir kavime, Dokan ismi sizi bu kavmin rahiplerine, din adamlarına götürür. Homa inancının ne olduğunu sorgulamadan kızılbaşlığa ve din adamlarına yeterince açıklık getirmiş sayılmayız. Nuri Dersimi, zazakide yer etmiş bazı sözcüklerin Kapadokî şeklinde isimlendirilen Hitit-Pala dilleriyle ilgisini tesbit etmiştir ama bu sadece bir sonuçtur. Dersimi, bunun nedenlerini araştırmaz ve farkında olduğunun bilgilerini sunmaz. Aynı olgunun farkına varan bazı araştırmacılar bu olguyu derinlemesine yargılamadan kürtlerin "anatolik" olduğuna dair tezler kurgulamışlardır. Kuşkusuz benim niyetim burada tez kurgulamak değil.

Şia, mevlevilik ve bektaşilik ile ruhani dejenerasyona uğrayan, özgün formu deforme olan kızılbaşlık bugün "Baba Duzgûn" demektedir. Oysaki aslı zazaki telaffuz ile "Dızgûn" kurmanciyle "Dûzîgûn"dur. Dêrsîm aşiretlerinin genel ismi eski kayıtlarda "dusîkî-duzîkî" şeklinde olup esasta dini bir isimlendirmedir. Zig yada Zik sözcükleri zirve, yükselti, uç anlamlarını vermektedir. Dızîgun, iki yüceliği, iki kutsiyeti içeren anlamındadır. Baba tanrı Güneş ile baştanrıça Ay'ın oğlu olması nedeniyle bu her her iki yüceliğin müşterek ürünü ve varisi olan tanrıya verilecek ismin bu nedenle Dûzîgûn olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Dûzîgûn ismi, başlangıçta dinsel bir sıfatlandırmayken zaman içerisinde etnik sıfatlandırmaya dönüşecek olan Dımîlî, Dımîlkî genel isimlendirmesiyle de uyum içerisindedir. Dımîlî sözcüğünü çevirdiğinizde "iki boyunlu" anlamını verir. İki ayrı kutsiyetin ürünü olan bir tanrının izleyicilerine her iki (ay-güneş) tanrıyı dışlamayan ama üçüncüsüne, oğul tanrıya başat rol vermiş olmaları dolayısıyla Dımîlî denmesinde hiçbir aykırılık yoktur. Homa, iki farklı özellliği bünyesinde barındıran, gecenin ve gündüzün, bereketin ve döllemenin, iyiliğin ve kötülüğün, yaşamın ve ölümün hükmedicisi olarak düalist özellikler taşır. Düalist karakter, bahse konu inancın ay ve güneş kültüne birlikte yer vermesinin sonucudur.

Homa'nın bir diğer karakteri, anatanrıça kültü üzerinde inşa edilmekle birlikte eril oluşudur. Bu nedenle kızıldır, sur'dur, sor'dur, Kurê Şan'dır, güneşin oğludur, babasının oğludur, anası kutsal sayılmakla birlikte nesebi, soyaçekimi eril dominant anlayışla açıklanır. Dêrsîm'i, yörenin yaygın dili olan zazakiyi bir kenara itip farsça yada kurmanci ile anlamlandırmaya koyulursanız "Gümüş kapı" manasında algılamanız gerekir, oysa zazakide kapıya "der-derî" denmez, kapı sözcüğünün zazaki karşılığı 'bêr'dir. Dêrsîm'i, anatanrıçanın kutsiyetine izafeten inşa edilmiş tapınakların yöresi olarak kabul etmek doğru olanıdır. Burada Homa inancı, daha eski olan anatanrıça(ay) tapımının uzunca bir çekişmeden sonra baba tanrı inancına yenik düşmesi ve baba kültü ile örtülmesinden sonra ortaya çıkan bir uzlaşmayı, bir sentezi temsil etmektedir. Teslis'in(1) benzer türü günümüz kızılbaşlığında hala yer bulmaktadır. Dêrsîm inancının tanrısı Homa, Hitit'in Pulun, Urartu'nun Tarhund(Tarqun-Tercon) tanrılarıyla ve genel olarak Mithra(Threeaton) tanrısıyla benzer özellikler içermektedir. Zazakide üç sayısına 'hîri-hîryê' denmekte olduğunu, Hîrkaniya(Hyrkania) coğrafyasının Partia Homa Varga ülkesinin sınırları içerisinde yer aldığını da bilgilerimize ekleyelim.

Kurê Şan'dan, Bextiyar'a, Demenan'dan Balaban'a kadar aşiret isimleri Homa'nın sıfatları ve özellliklerinden ilham alınarak verilmiş isimlendirmelerdir.

Pêrî, anatanrıçaya adanmış bir akarsudur. Munzur da anatanrıçaya adanmıştır.

Alevîliği, kızılbaşlığı Zerdüşt diniyle açıkladığınız zaman Med-Pers çıkmazına girersiniz. Oysa persler Homa tapımının izleyicilerini İranî olarak kabul etmiyor Turanî kavimlerden sayıyorlardı. Türklerin hiç ilgisi yokken turanîliğe yamanmak istemeleri kendi köken perakendeliklerine bir dayanak uydurmak güdüsünün sonucudur. Turanî isimlendirmesi etnik bir isimlendirme olmaktan ziyade Mazda inancına karşı çıkan ve eski inançlarında direten topluluklara verilmiş dini bir isimlendirmedir. Partia Homa Varga, Partia Tigrak Xuda(farslar istihza amacıyla çarpıtarak Hüda derler(2)), Partia Tara Dariya (Siriderya) ülkelerinin yer aldığı coğrafya tümüyle Turan ülkesi olarak isimlendirilmekteydi. Daha sonraları Turan ülkesinin güneyini kapsayacak şekilde Xorasan dendi. Xorasan ismi, bu alanlara zamanla şemsî(mazdeist) inancının yayıldığına işaret etmektedir. Bu toplulukların Turanilik kadar bir diğer ortaklıkları da Parnî topluluklara mensup olmalardır. Estetik olarak teslis, felsefi olarak düalist, tanrı ve tapım anlamında barındırdığı monofizit özellikleri dolayısıyla kızılbaşlığın ancak her cepheden araştırılması ve içerdiği figürlerin yerli yerine oturtulmasıyla doğru sonuçlara varılabilir. Aksi halde Med-Pers ekseninde saplanılan Zerdüştî çıkmazına Kureyş, Ali ve Ehlibeyt çıkmazını eklemek hatası oluşur ki bu tür bir yorumlayış tarzı kızılbaşlığı müslümanlıkla açıklamaktır.

Sonuç olarak; Dêrsim, Dûsîkî, Dûzîgun, Dımîlî, Zaza(eril, oğul, güneşin oğlu, tanrının oğlu, güneş soylu), Homa sözcükleri bir yandan inanç sistemini işaret ederken diğer yandan anlamları itibarıyla şaşmaz bir bütünlük arzetmektedirler. Zaza ve kızılbaş inançlarını yorumlarken bu yanyanalığı ve uyumu gözardı edemeyiz. Homa inancı, başlangıçta ana tanrıça kültüne bünyesinde yer vermesi nedeniyle Zerdüştî inancından daha eskidir, İslam dini bu her iki dinden sonra gelir.

16 Kasım 2009

***

(1) Teslis: Üçlü. Baba, ana, oğul tanrı formuna sahip inanç türlerini tanımlamada kullanılan terim.
(2) Hüda : (farsça) Başlık, külah.

Çolig ve Cebaxçor'un etimolojisine bakış


Bingöl'e hiç bir zaman Cebel-i Cur denmemiştir. Cebel-i Cur ismi bir tek kaynakta geçer. Şevket Beysanlıoğlu'nun yazdığı 3 ciltlik Diyarbakır Tarihi'nde Diyarbakır'ın kuzeyindeki dağlara araplarca Cebel-i Cur dendiği ibaresi vardır.

1- Cur sözcüğü su anlamına gelmez. Su anlamına gelen sözcük ermenice 'çor' sözcüğüdür. Yöremizde Palu'ya bağlı Sereçor ve Karaçor ismlerinde de 'çor' şeklinde yer almıştır. Çorba yada şorbe sözcükleri de bu çor sözcüğünden türetilmiştir.

2- Cebaxçor (Cebakhçor) bir ovaya verilen isimdir. Cebaxçor ovası vardır ama "Cebaxçor Dağı" yoktur. Cebaxçor'un etrafındaki dağlar Kuya Spi, Kuya Şem, Kuya Lis, Agnit, Çotala, Hasar isimleriyle anılır. Hiçbir Cebaxçorlu yörede Cebaxçor ismiyle anılan bir dağın varlığını işitmemiştir..

3- Diyarbakır'ın kuzeyinde Egil ve Piran vardır. Cebaxçor, dağ olmadığı gibi Diyarbakır'ın kuzeyinde değil kuzeydoğusunda yer alır.

4- Yöre insanının memleketini isimlendirmek için arap istilasını yada arapların isim vermesini beklediğini düşünmek son derece mesnetsiz bir iddia olur.

5- Makedonyalı İskender'in yöreye ermenice isim verdiğini söyleyenler İskender'in ermenice bildiğini kanıtlamak zorundadırlar.

6- 'Cebax' söcüğü şifalı anlamına gelmez. Aslında hem Cebax hem de Çor sözcükleri tarihin yazıya geçmiş en eski hint-avrupalı dili Hititçe'den ermenice ve partçaya geçmiştir. Hititçe tabakh sözcüğü ermenicede Tz(Ç)abakh formunu almıştır.

7- Tzabakh (Çabax) sıvının toplanması için kenarları yükseltilmiş kap anlamındadır. Coğrafik anlamda ise etrafı dağ yükseltileriyle çevrelenmiş alanları tanımlamada kullanılır.

8- Zazaki telaffuzuyla Cebaxçor yada Ermenice telaffuzuyla Çabaxçor köken olarak hititçe olmasına ilaveten hem hitit dilinde hem de ardılı hint-avrupalı diller olan partça ve ermenicede 'suların kavuştuğu, suların toplandığı yer' anlamına gelir.

9- Çevlik şeklinde bir isim yöre halkının isimlendirmesinde ve telaffuzunda hiçbir zaman varolmamıştır. Yöre halkı hala inatla kendi memleketine Çolig demektedir.

10- Çolig'in eski versiyonu 'Çorlig' şeklindedir. Sentax kuralı gereği yanyana yer alan 'RL' ünsüzlerinden önde olanı 'R'nin çok hafif telaffuzu yada zamanla düşmesi sonucu zazakide 'Çolig' şeklinde telaffuz edilegelmiştir.

11- Cebaxçor gibi bir bileşik isim olan Çolig sözcüğündeki Ço(r) öğesi de su anlamına gelmektedir, 'ig' söcüğü ise yer anlamındadır. Vartinig, Axçig, Arçük, Axpig, Ğazik isimlendirmelerinde fonetik gereği farklı versiyonlarıyla yer almaktadır.

12- Çolig partçadır ve 'sulak yer, su kıyısı' anlamına gelmektedir.

13- Zaza aşiretleri partların bakiyesidir, zazaki part sarayının, part aristokratlarının dilidir.

14- Yörenin partça ve ermenice isimleri bir anlam birliği arzetmektedir.

15- Yöremizde yer alan Kadran, Kadımadrak, Madragêlotan, Ğazik, Ğeyt, Aftor, Tarbason yerleşme birimlerinin isimleri de hititçedir. Bu isimleri ermenice yada zazaki ile açıklamak mümkün değildir.

16- İlaveten Cebaxçor yöresinin bizans kaynaklarında Azzianê, Azdianê, Azdianênê, süryani kaynaklarında Kitarion olarak isimlendirildiğini de malumat notu olarak ekleyelim.

Evliya Çelebi, Cebaxçor ve yöredeki diğer yerleşme birimlerinin tanıklık ettiği haliyle kökleri kadim tarihe uzanan Cebaxçor ve Çolig isimlerinin eskiliği önünde dünkü çocuk sayılır.

Memleketimizin ismini araplarla, makedonlarla yada Evliya Çelebi masallarıyla anlamlandırmaya yada açıklamaya koyulmak inkarcılığın dışında Çolig insanını küçümsemek ve memleketine isim verme yeteneğinden yoksun ilkeller güruhuna indirgemekle eşanlamlıdır.

Bir memleketin başına gelecek en büyük felaket tarihinin başkalarınca yazılmasıdır. (Arnold Toynbee)

Ekim 2009 / Stockholm




 

SPARTAKUS = GÜNEŞ SOYLU

Spartakus isminin, bileşik bir isim olduğu, sözcüğün oluşumunda birarada açıkça görülen, her biri anlamlı, ayrıca dönemi itibarıyla yaygın şekilde kullanılan birden fazla sözcük nedeniyle oldukça belirgin.

Spartakus ismini hitapta düşen 'S' ekini bir yana bırakarak, ister SP-ARTA-KU şeklinde ele alalım, isterseniz SPA-RTA-KU şeklinde düşünelim, baştaki SP yada SPA kelimesi Hitit, Pala dillerinde 'Güneş' anlamına gelen ISPANU kelimesinde bulunan SPA sözcüğünü içeriyor.

Supani ( Sophene-Sophanene-Şupani )​ Krallığı isminin ilk hecesinde Güneş anlamında yer bulmuş SP konsonantlarıyla da uyum arzediyor.

Güneş Soylu anlamına gelen Subarî, Subarru, yada semitik ifade tarzıyla Subarto-Subartu isimlendirmesinin ilk hecesinde yer alan SUB sözcüğüyle de uyumlu.

İrani dillerde ve dolayısıyla kürtçede bulunan gündoğumunu yada şafağı belirten 'Sıba, Sipan, Sübê, Sıwa,' kelimeleriyle de uyum halinde. Spartakus ismi diğer bir yandan SPİR yada SPER'den türetilmiş Erzuruma bağlı İSPİR ilçesi ile Van'ın doğusunda yer alan Keşiş Gölü yakınındaki İSPİR köyünün isimlerinde gözlemlediğimiz Kürdistan coğrafyasında yer alan eski yerleşme birimlerinin isimleriyle de uyumlu ( Spir ve Sper tesbitleri Herzfeld'e aittir ).

İbranice Sept=Yedi sayısına ve haftanın yedinci gününe izafe olunan kutsiyetin İrani kültüre çevirisi yedinci günün Güneş'le 'Şem' şeklinde ifade olunmasını beraberinde getirmiştir. Burada bir bağıntı sözkonusudur. Hepa ( Heva-anatanrıça ) gibi SPA ( Güneş ) kavramı da semitik inançlara eski Hint-Avrupalı inançların etkimesiyle geçmiştir. Daha eski olan anatanrıça tapımından eril tanrı yada tanrılara tapıma geçiş, aynı zamanda Ay tapımından Güneş tapımına geçiştir, eskiden Ay'a izafe olunan ( Hept-Hepta ) kutsiyetin Güneş ( Sept ) dominant kutsiyete evrimidir. Hint-Avrupalı dillerde yedi rakamı anatanrıçadan miras kalan Heft-Haft-Hewt-Hot sözcükleriyle açıklanırken, yedinci gün ŞEM ile yani Güneş'le açıklanmak durumundadır. SP formunun Güneşle ilgisi sadece linguistik açıdan değil eski dönemlere ait dini ve mitolojik bulguların eşliğinde düşünüldüğü zaman, inançların evrimiyle atbaşı yürüyen felsefi biçimlenmenin, dolayısıyla kavramların evrimi net bir şekilde karşımıza çıkar.

Eski Hint-Avrupalı kavimler Güneş tapımına, baba-tanrı Güneş'e, ana-tanrı Ay'a, teslisi yaratarak oğul tanrı Mithra'ya gelmezden, yani tanrıları AS genel ismi altında insani benzetmelerle insanlaştırmadan önce PAN genel ismiyle anılan yarı hayvan-yarı insan tanrılara tapınmışlardır. Her tanrının gücünün bir hayvanda cisimleştiğine inanan eski tapım şekillerinin yeni dinler içerisinde biçim değiştirerek varlıklarını sürdürdüklerini, Diyonisos tapımındaki keçi kültünden, Homa-Warga ibaresiyle karşımıza çıkan kurt kültünden, Sigit tasvirlerinde sıkça rastlanan Şah-Maran çağrışımlı yılan kültünden biliyoruz. Atın ehlileştirilmesi olayı insanlık tarihinde en az bilgisayarın icadı kadar önemli bir merhale sayılması gereken pastoral devrimle birlikte ele alındığında toplum yaşamındaki önemi rahatça anlaşılır. Kaldı ki At tapımının varlığını günümüze kadar ulaşmış Hint-Avrupalı kültüre ait at-tanrı tasvirlerinden de biliyoruz. Mazdeizmin kutsal metinlerinde ata ve kurta yer verilmesi eski inançların yeni inanç sistemleri içerisine monte edilmesinin sonucudur. Hint-Avrupalı dillerde at anlamına gelen kelimenin Güneş sözcüğündeki 'SP' konsonantlarını içermesi, ata soyluluk ve kutsallık izafe edildiğini göstermektedir.

Güneşin ayrı bir isimlendirmesi olan Xor sözcüğü ile Sumerce at anlamına gelen 'asna- kurra' kelimesinde de aynı benzerlik sözkonusudur. Kaldı ki atın Horse şeklinde telaffuz edildiği Hint Avrupalı diller de vardır. At, yüceltilmiştir. Atın isimlendirilmesinde kullanılan 'SP yada ST' fakat esasta 'S' konsonantının kendisi, diğer bir deyişle atın ismi dahi Güneş'le ilgilidir.

Hellen ağzında Kappadokia şeklinde telaffuz olunan ama eski İranî dilde Katpa(haspa)tuka olan ve 'Güzel Atlar Ülkesi' anlamına gelen sözcüğün ilk hecesi olan 'Kat' bölündüğünde at'tan geriye sadece 'K' konsonantı kalır. 'At' hayvanı işaret ederken başa eklenmiş 'K' ( kentum-sentum kurallı dönüşümünün sonucu olarak ) isme kutsiyet katıldığını açıklıyor. Swa-Kuwa versiyonlarında görülen K-S ünsüzlerinin yer değiştirmesi anlam değişikliğine yol açmaz. Bu durum Hint-Avrupalı dillerde yaygın olarak 'S' ile simgelenen kutsiyet kavramının 'K' konsonantı ile ifadesinden başka hiç bir şey değildir. Böylece Spartakus bileşik isminde yer alan ilk kelimenin anlamını doğru bir şekilde 'Güneş' olarak anlamlandırmış oluyoruz.

İkinci sırada yer alan 'RTA' yada 'ARTA' sözcüğü ise hem Sanskritçe hem de eski İranî dillerde 'soylu, doğru, adil, hak, yasa' anlamlarına gelmektedir. Ermenicede artar, 'adil, haklı, hak sahibi' demektir. Arî, Arya, Eyra, Îrî sözcükleri T-Y konsonant dönüşümü yada sentax kuralı sonucu 'T' nin düşmesiyle daha eski olan Arta kelimesinden türetilmişlerdir.

KU, mensubiyet belirten ektir.

Spartakus sözcüğü, anlam olarak daha da genişletilmeye müsait olmakla birlikte kısaca Güneş Soylu anlamındadır.

06 Haziran 2006

Canbegan isimlendirmesi üzerine

Canbeg adı geniş bir coğrafyaya yayılmış topluluklarla ilişkilendirilebileceği gibi tarihsel olarak incelendiğinde oldukça eski dönemlere kadar götürülebilecek dini bir isimlendirme, dolayısıyla farklı aşiretlerin aldıkları ortak bir isimlendirme olarak da karşımıza çıkmaktadır. Canbegan topluluklarının sürgün yada göçler nedeniyle iç anadoluya yerleşenlerini tesbit etmek elbetteki önemli. Kürdistan'ın Koçgiri mıntıkasında kalanlarına ilaveten Antep, Maraş, Adıyaman, Urfa hatta Mardin'e kadar aynı topluluğun izlerini ve varlığını sürmek mümkün.

Ağırlıklı olarak bugün Lübnan'da kümelenmiş olan Canpolad toplulukları geçmişte Kilis merkezli olmakla birlikte Canbegan konfederasyonu içinde yer alır. Denilebilirki Canbegan konfederasyonunun ana kolu bu Canpolad ismi altında kümelenmiş aşiretlerdir. Dini marjinalleşme nedeniyle sürgün ve göçe mecbur kalmışlardır. Sürgün edilenleri mireleriyle birlikte Lübnan'a yerleştirilmiş, arta kalanları dini inançlarını sürdürebilecekleri kürt aşiretlerinin arasına göçetmişlerdir. İkinci önemli kolun Arguvan ve Koçgiri gibi alevi ağırlıklı yörelere göçerek buradan yayıldığı anlaşılıyor.

Köken olarak Canpolad ve Canbeg aynı sözcüklerdir. Polad, Homa tapımıyla ilgilidir. Eski kürt inançlarında öne çıkan oğul tanrının lakabıdır. Sosyolojik bir sıfat olan Beg tanımı da oğul tanrıya izafeten kurgulanmış bir sıfattır. Tarihin çok eski dönemlerinde Mitra olarak olarak anılan bu tanrı Hititlerde ve Urartularda Tarhund (Tarqun) olarak tapım görmüştür. Oğul tanrıdır, savaşçıdır. Bugünkü Tercan ilçemizin ismi bu tanrıya tapınmanın eseridir. Tercan'ın (Tercon) eski dönemlerde büyük bir Tarqun tapım merkezi olması ve bu tanrı adına inşa edilmiş tapınak dolayısıyla isimlendirilmiş olması büyük ihtimaldir. Kürtlerce Tercon olarak isimlendirilen Tarqun islamiyet sonrası Tercal ve giderek Deccal'a dönüştü. Muhammedin dini İran'ın batısından İtalya'ya kadar tapım gören tanrıyı Deccal'a tahvil ederek tasfiyeye koyuldu.

Ter ve tar sözcükleri ışın, parıltı anlamına gelmektedir. Zazaki tij kurmancide de vardır. Soran lehçesinde Hetaw'a dönüşmüştürki en eski versiyonları Hurrice Tawiti (Tiawat), Luvice Tabiti şeklinde karşımıza çıkan sözcüklerdir. Sözcüklerde karşımıza çıkan 'te-ta' şeklindeki ilk hece ışığı ve parıltıyı işaret etmektedir. Karanlık anlamındaki 'tari" sözcüğü bile ışığın zıddı olarak 'tar' kökünden türetilmiştir. Işıksız, zifiri anlamlarından çok, Güneş'in çekilip ay aracılığıyla süren ışımanın, daha net ifadeyle yansımanın dominant olduğu zaman diliminin tanımlanmasında kullanılır. Diğer bir deyişle güneşin kendisi çekilmiştir ama 'tar' yani ışıması sürmektedir, ay ve sair yıldızlar aracılığıyla parıldamaya devam etmektedir. Kelime türetmenin her toplumda dini ve felsefi şekillenme ile ilgili olduğunu hatırlamakta yarar var.

Canpolad ve Canbek isimlendirmeleri bu anlamda kürtlerin eski tanrılarına verilen isimlendirme ile ilgilidir. Polad ismi aynı tanrının savaşçı ve koruyucu niteliklerine izafeten verilmiştir. Asurca ve grekçe versiyonları Balad-Balath şeklindedir. Önüne 'Can' eklenerek sevgi ve bağlılık ifade etmeye çalışılmıştır. Canbeg versiyonunda ise baştanrının yönetici ve önderlik meziyetleri öne çıkarılmıştır.

Canpolad'ların islamla ters düşen dini inançlarını muhafaza etmek adına Osmanlı ile çatışarak yöreyi terketmelerine ilaveten Canbegan topluluklarının sünni islamla barışık olmayan inanç toplulukları arasına göçü dini marjinalleşmeyi açıkça gözler önüne sermektedir.

Xarpêt, Kerkuk, Xaneqîn, Polatlı(!), Bala (!), Haymana yörelerinde rastlanan Şıxbızinîler (Şabazoî) Kars yöresinde 'Şabaz' olarak anılırlar. Germîyan (Xaneqîn) yöresindeki mevcudiyetleri ora kökenli olduklarını göstermeye yetmiyor. Dikkatle incelenirse tarihte Şabazoî olarak karşımıza çıkan bu konfederasyonun da dini marjinalleşme sonucu dağılarak göçettiği gerçeğine ulaşılır. Muş, Musul, Tılmuz (Viranşehir) tarihi isimlerinde karşımıza çıkan aynı Balath yada Homa'nın farklı bir sıfatı olan 'Mus' nasılki eski dönemlerde ŞAMUS olarak ifade edilirken bugün başına kürtlükle alakası olmayan 'Şıx-Şex' ilave edilerek yada 'Şa' öneki islami dürtüyle 'Şıx'a çevrilerek karşımıza çıkarılıyorsa, Şıxbızın sözcüğünün başına da aynı akibet gelmiştir diyebiliriz. İslamiyet sonrasında eski inanca ait isimlendirmeler tahrifata uğratılmışlardır. Bu arada MUS tapımı ile ŞABAZOÎ tapımlarının farklı olduğunu ama her ikisinin de kürtlerin geçmiş dönem tapımları olarak tarihimizde uzunca bir müddet yer aldığını belirtelim. Bu durumda Şıxbızîn topluluklarını Germiyan'dan göçettirmek yerine, Kürdistan'ın kuzeyinden başlayan dağılmalarına bir sınır tayin etmek gerektiğinde Germiyan mıntıkasını işaret etmek gerekecektir.

Dürzilikle ilgili formel bilgiler arasında bu inanca ait isimlendirmenin inancın kurucularından olan Anuştigin Derezî'den geldiği, Fatımî Halifesi Biemrillah'ı tanrı saydığı zikredilebilir. Sünni ve batınî (bu arada şii) inançlarıyla çatışan özelliği ise tanrının yeryüzüne inip insan kişiliğinde görünmesidir. Bu prensibe göre tanrı sayılan Biemrillah'ın tanrısal (Lâhutî) ve insansal (Nasûtî) kişiliği vardır. İsa'nın kişiliğiyle, teslisin öne çıkan yanı oğul tanrıyla bir çakışma sözkonusu. Mitra inancının hristiyanlıkla birlikte Dürzi inancına da etkimiş olması sözkonusu. Dahası tanrının bir çok kez yeryüzüne inip insan kılığında görünmüş olması hristiyanlıkla arayı açıyor.

Biz Anuştigin Derezî'yi bir kenara bırakacak olursak Dürzi isimlendirmesiyle benzerlik gösteren çok eski bir başka inanca atıfta bulunmamız gerekecektir. Eski kelt inancı olan Druid'lik inancı sadece isim benzerliği bakımından değil bu inancın temel prensipleri bağlamında da Dürzilikle ilişkili görünüyor.

Druide kelt rahiplerine verilen isim. Meşeyi (tanrıyı) gören anlamında bir sözcük. Druidliğin temelinde ise ruhun ölmezliği ile ruhun göçü inancı yer alıyor. Ruhun tanrıdan insana ve insandan tanrıya göçünü esas kabul eden Dürzilikle, ruhun göçü temasını esas alan drudilik arasında bu temel prensipler bağlamında sıkı bir benzerlik var. Druidliğin İ.S. 12. yüzyıla kadar yaşadığı söyleniyor. Dürzilik ise İ.S. 12 yüzyılda tarih sahnesine çıkmış bir inanç. Eski inançların kendini yeni inançlar içerisinde farklı mezhepler yada kollar olarak devam ettirdikleri bilinen bir olgu.

Meşe ağacına dönelim. Zazakisi mazyêr. Meşe palamuduna mazî diyoruz. Mazd yada mazda eski kürt tanrısı. Mis (bazen Lis) anatanrıça, Mus (Muş) ise açık duman yada bulut renklerini işaret eden, gümüş rengi ve metal olarak gümüşle ilgili oğul (ay) tanrının sıfatı. Aşiret isimlendirmelerinde rastlıyoruz. Yerleşim birimi isimlendirmelerinde rastlıyoruz. Baba tanrı Mazd'ın (Mard-Marduk) Mardin'in Çiyaye Mazî yöresinde Mard'la yanyana yer alması, Daruzafaran Manastırının tavanındaki güneş sembolleriyle birlikte düşünüldüğünde bana pek anlamlı geliyor. Bu birlikteliğin örneklerini onlarca dağın ve yerleşme biriminin yanyanalığı tahtında kanıtlayabiliriz.

Dahası, türkçe sandığımız palamut sözcüğü oğul tanrının yaygın sıfatlarından olan 'balath' (hititlerde Pulun) sıfatından üretilmiş bir sözcük olarak meşe ağacının tohumunu, tabir yerindeyse oğulu tanımlamada kullanılıyor. Sondaki 'Mut' ise Modan, Mutki, Alamut gibi sözcüklerle eşlendirilecek bir sözcük. Yörelerin meşe ormanıyla kaplı olması ise ayrı bir muammamı diyelim? Bana göre hiçte muamma değil.

Pala bıyıklı alevi ve ezdi kardeşlerime ilaveten pala bıyıklı olmanın islamiyet yerleşinceye kadar bütün kürtlerin ortak estetik anlayışına tekabül ettiğini, Hitit'in Pala eyaleti ve palaca denen dilin bu oğul tanrı kavramıyla ilgili olduğunu düşünmekte yarar var.

Kelimelerle dans etmeyi okurlara bırakarak, hiçbir dini isimlendirmenin, dini kavramlardan esinlenerek verilmiş hiçbir topluluk yada yerleşim birimi isimlendirmesinin tesadüflerle oluşmadığını ve tesadüflerle açıklanmayacağını söylemekle yetiniyorum.

28 Mart 2009

Xormek, Xorasan ve Xwarezm üzerine..

Hürremilerin tarihte yer alması (M.S.) 8. yüzyıla rastlar, Xwarezm ise Part devletinden beri tarihte ismi geçen bir bölgedir. Partların (M.Ö.) 3. yüzyılda tarihte yer aldıklarını hesaba katarsak arada bin yılı aşkın bir sürenin bulunduğunu kabul etmemiz gerekecektir. Xormek ve Xwarezm isimlerini Hürremi isminden hareketle anlamlandırmaya çalışmak bu denli büyük kronoloji farkı varken etimolojinin kurallarına aykırıdır.

Yazıdaki bir diğer yanlış Medaîn şehriyle ilgili. Medaîn'in arapça "medler" anlamına gelmesi Med başkentinin arapça isim aldığı ve bu ismin medlerce benimsediği anlamında bir iddia olur ki aslı yoktur. Medaîn önce arapça değildir, sonra Med başkenti değildir. İlk defa İskender'in komutanlarından I. Seleukos Nikator (M.Ö. 312–281) tarafından kurulan Seleukid devletine (M.Ö. 323-150) başkent olarak inşa edilmiştir. Kurucusuna izafeten ilk adı Seleucia (Selefkiya)'dır. Daha sonra Part Devleti'nin eline geçmiş, Part hanedanlığına Sasaniler tarafından son verilmesi üzerine Sasani başkenti olmuştur. Medaîn adı Part döneminde verilmiştir. Babil harabeleri ve bugünkü Bağdat'la üçgen oluşturacak şekilde Bağdat yakınlarında yer alan bir şehirdir. Arap yayılmacılığı döneminde Tak-ı Kisra ismiyle de anılmıştır. Günümüz arapları bugün küçük bir kasabaya dönüşmüş yerleşim birimini sahabe Selman-ı Farısî'nin hatırasına izafeten Selman-ı Pak şeklinde de anmaktadırlar. Sonuç olarak Medaîn Medlerin başkenti olmadığı gibi Med coğrafyasında yer almamaktadır. Etimolojik değerlendirmesinin taşıdığı yetmezlik kadar hatalı tarih ve coğrafya bilgilerinden hareket etmesi Roşan Lezgin'i arap iştikaklarından yada müelliflerinin tartışmalı bilgilerinden aşiretlere şecere peydahlamaya çalışan şeyhlerin konumuna indirgemiş. Vardığı sonuç "Khoreme (Khoremek) Dokhtê Fade (Patek)"in ismini bir aşirete teşmil etmekten ibaret.

Yanlışlar bununla sınırlı değil. Bir alıntısında "Gorgan [Goran?] Batınileri" ibaresi var. Gorgan'la Goran arasındaki fark Hira Dağı ile Nur Dağı arasındaki fark kadar büyüktür. Goran, Hewreman da denilen kürt aşiret konfederasyonlarından birinin adıdır. Zazakî'ye yakın bir lehçe ile konuşan bu kürt aşiretlerinin diline Hewrî yada Hewremanî deniliyor. Yaşadıkları bölge Hewreman olarak isimlendiriliyor. Hewreman Bölgesi Güney Kürdistan sınırları içerisinde yer alıyor. Gorgan ise Hazar (Kaspis) Denizi'nin güney kıyılarında yer alan bir şehrin adıdır. Doğru yazımı Gurgan'dır. Arapça'da 'G' ünsüzü bulunmadığı için araplar tarafından Cürcan olarak telaffuz edilip yazılıyor. Gurgan eskiden Zakadra bölge devletine başkentlik etmiş çok eski bir yerleşme birimidir. Zakadra arap yayılmacılığından önce Sogdia olarak anılıyordu. I. Dareios (Dārayavahuš, M.Ö. 549-486) tarafından yazdırılan Nakşi Rüstem kitabelerinde bahsedilen Saka Homavarga ülkesi ile Sogdia aynı ülkedir. Sasaniler döneminde ikiye bölündü, kuzey kısmı Xorasan olarak isimlendirilirken güney kısmı Zerenc Gölü (Drangiana) ve çevresini kapsayacak şekilde sırasıyla Sakawana, Sogdiana, Zakastan, Seistan ve en nihayet Sistan şeklinde adlandırılır oldu. Bugünkü Sistan eyletinin merkezi Kirman şehridir. Tarihi bilgilerden anlaşılacağı gibi aynı ismin tarihin farklı dönemlerinde farklı yazılması ve farklı telaffuz edilmesiyle karşı-karşıya olmaklığımız sözkonusudur. Dolayısıyla tarihi geçmişi çok iyi bilinen ve bugün de var olan Gorgan şehri ile Goran aşiret topluluklarını eşitlemek oldukça yanlıştır.

Xwarezm, coğrafya ismidir. Anılan bölgenin bir dönem Moğol istilasına uğramış olması bölge adının moğollarca verildiği anlamına gelmez. Bölgede Moğol hareketlenmesini (M.S.) 12. yüzyıldan daha geriye götürmenin imkanı yok. Orhun kitabelerinin yazıldığı tarihi esas alacak olursak bölgede türk varlığını ancak (M.S.) 8. yüzyıla kadar götürebiliriz. Kaldıki moğol ve türk aynı kavim değil. Dillerinin aynı grupta yer alması bu iki farklı halkı eşitlemeye yeterli değil. Türkler, Xwarezm'de moğollardan önce bulundular. Moğollara yenik düşen Celaleddin Harzemşah başlangıçta Selçuklu devletinin vasalıydı.

Xwarezm, Zerdüşt dinini kabul etmeyen Turanî aşiretlerin yaşadığı coğrafyaya verilen isimdir. Aynı nitelikteki Sogdiana'nın komşusu olan Xwarezm, Semerkand (Marakanda) ile Aral Gölü arasında yer almaktadır. Herzfeld, Xwarezm isminin eski İran dillerinin Xwa/Xwara öntakısı ile "toprak" anlamına gelen Zam sözcüğünden türetildiğini açıklıyor (Ernst Herzfeld, The Persian Empire, Studies in geography and etnography of the ancient Near East, Frank Steiner Verlag, Wiesbaden 1968, sayfa 316, dipnot 6) . Kutsal kitap Avesta'da Xwa şeklinde yer alan sözcük Luwi dilinde Kuwa ve Swa olarak karşımıza çıkıyor. Bilge Umar aynı sözcüğün sair Hind-Avrupa dillerinde "Awa" şeklinde yer aldığını ve Hellen dilindeki "Eu" ile aynı anlama, yüce, kutsal anlamına geldiğini tesbit ediyor. Bu durumda Xwarezm ismini "kutlu ülke (toprak), yüce ülke, yukarı ülke" şeklinde anlamlandırmak gerekecektir. (Bilge Umar, Türkiye'deki Tarihsel Adlar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1993)

Kürtçe açısından bakıldığında; Warı(ê) (yayla, yüksek yer, zaz.), cuar (yukarı, zaz.), cor (yukarı, kurm.), diyar (yüce, yüksek, zaz.-kurm.), awa (kutlu,yüce, sor.) sözcüklerinin ses benzerliği kadar anlam birlikteliğine sahip olduklarını görmekteyiz.

Xorasan ismi Xwarezm'le aynı anlama sahip. Xor sözcüğü Xwar'ın bir varyantıdır. Assa, asan, anassa takılarını Luwi ve Nesi dillerindeki ülke yada şehir isimlendirmelerinden tanıyoruz, yer anlamına geliyorlar. Sogdiana'nın iki eyalete bölünmesinden sonra ülkenin kuzey kısımları "yukarı ülke, yüksek ülke" anlamında Xorasan olarak adlandırıldı. Xor eski dilde Güneş anlamına da geliyor. Yüce ve yüksekten hareketle Güneş'e xor denmiş olması aykırılık arzetmiyor. Hitit belgelerinde adı geçen ve henüz lokalizasyonu yapılamamış olan Khuwarsanassa yöre adının Xwarezm ve Xorasan adlandırmalarıyla etmoloji bakımından hiçbir farkı yoktur.

Kürt dili % 70'in üzerinde Hitit ve Luwi dillerine ait kök sözcüklerden türetilmiştir. Eski Germanca'nın % 60'nın, Sanskritçe'nin yüzde 80'nin Hititçe olduğunu ingiliz arkeoloji profesörü ve dil araştırmacısı Colin Renfrew kanıtlıyor (Colin Renfrew, Archaeology and Language: The Puzzle of the Indo-European Origins, Jonathan Cape London, 1987). Bizimkilere ise Fate ve Ebu Müslüm'den kürt tarihi türetmenin hamaratlığı bir sinmiş ki kalkmak bilmiyor. Kürtlük Ebu Müslüm'le başlamadı, Ebu Müslüm dönemi kürtlerin araplara boyun eğip liderlerinin öncülüğünde deforme hatta dejenere oldukları döneme tekabül ediyor. Eğer köklerine merak salmışlarsa Ebu Müslüm'ü bırakıp çok eski dönemleri araştırmayı kürtler niçin akıl etmezler demenin yerine ne zaman akıl edecekleri sorusunu öne çıkarmak gerekiyor?

Bu gidişle Hitit yöre isimlerine de arap iştikakları temin etmek zorunda kalırsak hiç şaşırmayacağım. 'Bütün yollar Romaya çıkar' deyimini anımsatırcasına kürtlerin hem alevi hem sünni kesimden aydınlarının yolları her ne hikmetse dönüp dolaşıp ya hürremilikten, ya alevilikten, ya fatımilikten, ya batınîlikten sonuçta ise araplardan ve Kureyş'ten geçiyor. Hiç kimse kürtlerin araplardan binikiyüz yıl önce Med, sekizyüz yıl önce Part imparatorluklarını kurduğunu, eğer Nesi(Hitit) ve Kassit (Lulubi-Luwi) hesaba katılırsa iki bin yıl önce imparatorluklar kurduğunu hatırına bile getiremiyor. Her biri tarih sahnesinde yüzyıllarca yer almış bu imparatorluklardan geriye hiçmi tarihi bilgi kalmadı?

Bu imparatorlukları kuranların dilleriyle, yöre isimlendirmeleriyle, etnografik özellikleriyle kürtlerin dilini, yöre isimlerini, özelliklerini karşılaştırmak çokmu zor?

Sogdiana'nın ikiye bölünmesinden sonra kuzeyden güneye sıralanan üç komşu ülke oluşuyor. En kuzeyde Xwarezm, güneyinde Xorasan, en güneyde ise Kirman çevresini kapyasan Zakastan yer alıyor.

Peki, Zakastan'ın güneyinde hangi ülke vardır?

Zakastan'ın güneyinde Mekran ülkesi yer alır, Mek'lilerin yaşadığı coğrafya anlamında adına Mekran denmektedir. Xormekan, yukarı Mekran'da yaşam sürdürmüş aşiretlerden birinin ismidir. Mekran'ın yukarı (kuzey) sınırı Zakastan (Seistan)'ın güney sınırıdır. Zakastan'ın başkenti Kirman'dır ve Xormek aşireti Kirmanci yada Kirmanciye konuşur. Xorasan'da kürtler federasyon talep edecek yoğunluktalar. Mekran'da bugün Belucilere ilaveten hala kürtler yaşıyor.

Etimoloji, kelimelerin köken bilimiyse kronolojiden ve etnografyadan, dolayısıyla tarihten ayrı düşünülemez. Tarihi ise coğrafya bilgilerini dışlayarak ele alamayız. Araştırmacıların yararlandığı kaynaklara dikkat etmesi, ideolojk tutumla bilimselliği ayırdetmesi gerekiyor. Aksi halde şecere levazımatçısı durumuna düşmek kaçınılmazdır.

12 Nisan 2010

Adam-Hepa

Adem'i kutsal kitaplarda anlatıldığı şekliyle ele alırsanız balçıktan yapılmış ilk insan olduğunu kabul etmemiz gerekecektir. İlk versiyonuyla yahudi anlatımlarında yer alan bu tanım bilahare islam bilicilerin "israiliyat" diye nitelendirdikleri mitolojik anlatımların, dolayısıyla satirlerin yeni inançlara peygamber yada melekler şeklinde monte edilmesinin sonucudur. Satir deyimi grekçedir. Yunan mitolojisinin yarı-insan yarı-tanrı yaratıklara verdiği isimdir. Türkçeye arapçadan geçen "esatiri evvel" deyiminde yer alan satir sözcüğü arapçaya grekçeden geçmiştir. Eski dönem tanrılarına ait hikayeleri, mitolojik varlıklara ilişkin anlatımları kapsar. Yeni inançlar eskiyi örterken tamamen dışlayamadıkları eski inancın önemli figürlerine farklı nitelikler ve sıfatlar vererek yeni din içerisine yerleştirmek ihtiyacı duymuşlardır. Ancak bu yer verme işlemi eski inancın öne çıkan kutsiyetlerini küçümseme, aşağılama tarzını esas alır. Eski inancın öne çıkan yüce değerleri yeni inanç içerisinde her durumda tenzili rütbeye uğratılarak yer bulabilmişlerdir.

Grek mitolojisi de aynı yolu izler. Greklerde Hitit uygarlığının yaptığı gibi karıştığı halkların inançlarına ait kutsiyetleri kabul ederek bünyesine almak tarzı çalışmaz. Bunun yerine eski inancın figürlerini hayvanlara ve sair yaratıklara indirgeyerek kendi figürlerine egemen bir nitelik atfetme tarzı hakimdir.

Arap dini, bu gerçeğin üstünü örtmek için dayanak bulmak zorunluluğu duymuş ve o günün ortadoğusunda daha yaygın kabul gören yahudi inancının anlatımlarını esas almakta olduğuna vurgu yaparak, "esatiri evvel"e israiliyat diyerek sıyrılmaya çalışmıştır. Bunun bir diğer nedeni de yahudiliğin islamiyet gibi tek tanrılı bir inanç olmasında yatar. İslamiyetin yerleştirmek istediği tek tanrı inancına islama göre batıl olan çok tanrılılığı tasfiye ederek ondan önce ulaşmış bulunan yahudilik, yeni paradigmanın zorunlu kılması sonucu yukarda belirttiğimiz gibi eskinin inkarına dair çeşitli sebepler türeterek ve türettiği niteliği yeni inanca monte ederek başardığından islama fazlaca iş bırakmamıştır. İslama düşen, eskiye ve esatiri evvele ait olanlarla ilgili olarak yahudiliği izlemekten ve israiliyatı Kur'ana transfer etmekten ibarettir.

Adem yada Adam, Yehova'dan çok önceleri Pelajların (Palestin ismi bu pelaj kavminden gelir, sahillerde yaşayan denizci bir topluluğun adıdır) tapım gören tanrısı olarak Jerusalem'in baştanrısıydı. Hemen yanıbaşında varolagelen Zeus ve Mard (Marduk)'la aynı tanrıydı (Mard, Zeus ve Adam'dan daha eskidir ve her ikisinin prototipidir). Daha eski ve köklü olan anatanrıça kültünün eril tanrı inancı aracılığıyla ikincil duruma düşürülmesinden sonra başat bir rol verilen eril tanrılardan biriydi. Aslında Yunus ile Adam aynı tanrıdırlar. İsrailiyat bu ikisini farklı peygamberler olarak Tevrat'a monte etmiştir. Kur'an da aynen kopyalayarak izlemiştir. Yunus'un ilk tasviri yarı-balık yarı-insan olan Juno adlı tanrıdır. Bütün insanların Juno'dan (Yawa) türedikleri de iddia olunur. Babil'e kadar tapım görmüştür. Arkeolojik kazılarda açığa çıkan Babil sikkelerinde belden aşağısı balık şeklinde tasvir olunmuştur. Juno'ya Deniz kızının erkek versiyonu diyebilirsiniz. Yarı-balık yarı-insan kültü hint-avrupalı toplulukların tanrılara tamamen insani özellikler verdikleri 'as' tanrıları döneminden önceki döneme aittir. 'As' döneminden önceki tarihi aşamanın tanrılarına 'van' denir. Grekler 'pan' yada satir demişlerdir. Hintli, İrani ve Zagrotik kavimler greklere 'yawan' demekteydiler. İlk insan kabul edilen bu mitolojik Juno'nun (avrupaî Jones) isimlendirmesinde yer alan Jo, Ju ve Yaw hecelerinin günümüz zazakisinde Yo, Ju ve Yew formlarıyla bir sayısını ifade etmekte oluşu ilginçtir. Bu benzerlik Juno'nun kürt tanrısı olduğunu söylememize yetmiyor ama kürt dilinin kelime üretmede bu arada sayıları ifade etmede yararlandığı hatta dayandığı dini-felsefi altyapıya ve bu dini-felsefi altyapının diğer kültürlerle sıkı ilişkilerine tanıklık ediyor. Biz bu arada peygamber Yunus ile balık ilişkisini ve yunus balığını da anımsayalım. İlk insanın balçıktan yaratılması mitolojik ima ile denizin kuruduğu, geriye balçık kaldığı yorumuyla birlikte ele alındığında Pelajların istilasının ve inançlarının reddidir. İdeolojik karşı çıkma boyutu içerir. Sami kavimlerin açık tenlilere galip geldiğinin kanıtıdır. Bu noktadan sonra İbrahim'in kavmine getirdiği kara tenlilerle evlenme yasağı rafa kaldırılmış, ilgaya uğramıştır. Kaldıki İbrahim Ur'lu yada Urfa'lıdır. Her iki şehir de kürtlerle ilişkili. Nemrud ismi kürt diliyle açıklanabilecek kadar kürtlere yakın.

Hepa, başta Hurri-Urartu-Hitit olmak üzere önasyada yaygın tapım gören bir tanrıçaydı. Grekler bu tanrıçaya izafe edilen fonksiyonları parçalayarak birçok tanrıça yarattılar. Buna rağmen Önasya Artemis'i öne çıkardı. Kürtlerde Lis olarak tapım gördüğünü dağ ve coğrafya isimleri kanıtlıyor. Hepa'nın sıfatlarından biri de Kybele idi. Kübra da denmektedir. İslamiyet öncesi Kabe'deki putlar yani Lat-Menat-Hübel üçlemesindeki tanrıça Hübel bu Kybele'den başkası değildir. Kur'anda yer alan 'Mahkeme-i Kübra' deyiminde de yer bulur. Lat, kassitlerin Adam'ı yada Mard'ı olan ışık tanrısı yada oğul tanrı 'Lulu'dur. Araplar, Lat diyorlardı. La, hititçe parıltı anlamına gelmektedir, kassitlerin dini isimlendirmesi (lulu) ışık olduğunu düşündürüyor. Daha eski olan doğa tapımının kalıntısıdır, insani nitelikler atfedilerek ışığa hükmettiği söylenen tanrıya dönüşmüştür (Lamisa: Kaya parıltısı, kürtlerde hala yaşan bir isimdir) (Arte: Soylu. Artemis: Soylu Mis) (Mezulla: Hitit akarsu tanrıçası. Akarsu parıltısı).. Menat'sa Mard karşılığıdır. Araplarda orijinallerinden farklı cinsiyetler izafe edilerek tapım görmüşlerdir. Kürtlerde yaygın olan 'manc'ın ta kendisidir. Adem-Havva hikayesini ilk insan hikayesiyle özdeşleştirerek algılamak yerine coğrafyada egemen olan eski inançların yordamıyla açıklamaya çalışmak gerekir. Transkafkasya ve Kapadokya'dan çeşitli nedenlerle göç edenler anatanrıçaları Hepa'yı da birlikte götürdüler. İsrailiyat, bu arada Tevrat, yahudi peygamberlerinin yada krallarının yoğun din savaşları yaşadıklarını aktarıyor. Uzun didişmelerden sonra Hepa Jerusalem (Kudüs) tanrısı Adam'la evlendirilerek uygun çözüm bulundu ve konsensüs sağlandı. İsrailoğullarının tek krallık dönemi tek tanrıyı zorunlu kıldığından Yehova inancı aracılığıyla tek tanrıya yönelindi ve Adam ile Hepa karı-koca şeklinde ilk insanlar olarak kutsandı. Eskinin başat tanrılarını tümden tasfiye etmeye Yehova'nın gücü yetmemişti ve yetmeyecekti.

Kürtlerde monofizit inançlarla birlikte düalist inançlar ve teslis (üçleme) birarada yaşadı. Bugün de yaşamaya devam ediyor. Müslümanlık, ezdîlik, aliilahilik ve alevilik şeklinde varlıklarını sürdürüyorlar. Bu inançların tarihsel kökleri oldukça eskilere uzanıyor. Müslümanlık dahi mazdeizmin derin etkisi altında olup kürtlerin eski inançlarına fazla uzak yada aykırı değildir. Bölgenin eski ve yerleşik uygarlığı olarak kürt uygarlığının bölgede yaygın ve kalıcı etkileri sözkonusudur. Etkileyen aynı zamanda etkilenir de..

Tartışma eki :

Benim bugüne kadar okuduklarımın tümü Adem kavramının menşei olarak Jerusalem'i (Kudüs) gösteriyor. İlk insana ve peygamberliğe indirilmeden önce tapım gören bir tanrı olduğu, Jerusalem tanrısı olduğu, dolayısıyla mitolojik bir olgu olduğu söylenebilir. Bu konuda seninle hemfikirim.

Hepa (Heva-Havva) ise Hurriden, Hitit'e, Kilikya Krallığından (Kizzuvatna) Urartu'ya, kadar yaygın tapım görmüş bir tanrıça. Bu ilk saydıklarımda Hepa ismiyle kabul ve tapım görmüş. Mitanni'nin ilk üç tanrısı arasında anatanrıça var ama adı Hepa değil.

Sumer'de anatanrıça tapımı, Babil anatanrıça rahibeleri ve Asur'da anatanrıça kültü, eski araplar arasında islamiyete kadar varlık sürdürdüğü Mekke'deki putlarla kayıtlara geçen anatanrıça kültü ile birlikte düşünüldüğünde, Önasya ve Ortadoğuda çok uzun bir zaman diliminde yaygınlık arzeden tapım şekline tanıklık ediyor. Sumer ve Hurri saydığımız halklardan devlet olmuş en eskileri. Diğerleri Sumer ve Hurri'nin mirası üzerinde yükseldi. Daha eskisi Çatalhöyükte bulunan anatanrıça heykelcikleridir. İ.Ö. 7000 yıllarına tarihleniyor. Jeriko ise İsrail sınırları içerisinde, İ.Ö. 7500 yıllarına tarihleniyor. Jeriko'yu inceleme fırsatım olmadı, Burada aynı kültün izlerine rastlanıp rastlanmadığını bilmiyorum.

Adem'in Hindistan'a götürülmesine bazıları alay ederek yaklaştılar. Ben hiçbir hipoteze alayla yaklaşmam ve yaklaşamam. Sadece mevcut bilgilerimle kıyaslarım. Reddetmek ve onaylamak yetkisini de kendime alıkoymam. Bilgilenmede sınır konulmaz. Bilgilenmenin yetkisi yoktur. Yetkesi ve yeteneği vardır.

Hindistan'ın kuzeyini kapsayacak şekilde hint-avrupalı dil ve hint-avrupalı olarak diğerlerinden ayrılan kültür İ.Ö. 1500 yıllarında istila dalgalarıyla Hindistan'a yayıldı. Hindistan'ın güneyi ve bu arada Sri Lanka(Seylan)'nın bir kısmı hala hint avrupalı diller grubuna dahil olmayan dravidi diller konuşuyorlar. Elam'ın dili de Susa sürecine kadar dravidi gruptan bir dildir. Susa süreciyle hint-avrupalı dil eskiyi tasfiye eder.

Hindistan'a hint-avrupalı dil ve kültürün yayılmasında sıçrama tahtası gören medeniyet merkezi oldukça ünlü bir tarihi şehir olan Pali-putradır. Ben, Hindistan'ın kuzeyinden Yugoslavya, İran ve Amerika da dahil olmak üzere gerek Avrupada gerekse Kürdistan'da birçok Bali-Pali-Palo-Palu sıfatlandırması içeren şehir isimleri buldum. Türklerin ciddi araştırmacıları türkçenin sanskritçe etkisinde oluştuğunu itiraf ediyorlar, türkçenin yapay ve yamama bir dil olduğunu kabule mecbur kaldılar. Sanskritçe kürtçe yakınlığı çok kez işlendi. Bütün bunları kürtlükle açıklamak abesle uğraşmak olur. Bu bilgilerle olsa-olsa kürtlüğün kökenine, kültürel kaynaklarına daha sağlıklı yaklaşmak olanaklı hale gelir. Aksini iddia etmek güneş-dil teorisinin kürt versiyonu olurki bilimden çok politikanın hem de ırkçı mayadan usaresini alan bir politikanın malzemesi olur.

Buddha, kendini tanımlarken babasının adının Sakyamuni olduğunu belirtiyor. Ansiklopedilerde bu bilgiye rahatlıkla ulaşılabilir. Sakyamuni Buddha'ya göre sakyaların (iskit, eşkan) kralı anlamına geliyormuş. İskit bahsi, yahudi, asur, pers, grek, hint kaynaklarında geçiyor. Her halk kendi fonetiğine göre isimlendiriyor. Kırım'dan Saksonya'ya, İskoçya'dan Sicilya'ya, İran'dan Hindistan'a kadar göçmüş ve savaşmış bir halk topluluğu olarak geniş bir coğrafyada hareketlilik gösteriyor. Herodot'un hikaye olarak naklettiklerinin dışında iskitlere dair görgüye dayalı tanıklıları da kitabında var.

Med bahsinde de iskit kralı Madiyas'ın Keyaksar tarafından yenilmesine değiniliyor. Keyaksar'ın babası Feruar(Firyar)'ın iskitlerle çıkan savaşta öldürüldüğü bize ulaşan bilgiler arasında. İskender'in babasının da iskitlerle yürüttüğü savaşta bir gözünü kaybettiği İskender'le ilgili kitaplarda yazıyor. Bütün bunları, bu halkın hareketliliği ve geniş bir coğrafyada varlık göstermesine misal olarak veriyorum. Başkaca bir iddiam yok.

İddia dayanakta. İsteyen bulur. Ben sadece yolunu ve yöntemini göstereceğim. Coğrafi isimler ve etnolojik isimlendirmelerle ilgili olarak isterseniz internet araştırması yapınız, isterseniz ansiklopedik araştırma yada sözlük araştırması yapınız. Dünyanın her yerinde iskit etnolojik sıfatlandırmasını çağrıştıran SK yada SC ünsüzleri içeren topluluk isimlendirmeleriyle Bali-Pali-Palo-Palu isimlendirmelerini aynen tesbit edeceğiniz gibi, BL ve PL ünsüzlerini içeren coğrafya yada şehir isimleri bulacaksınız. Bunlara zaman-zaman Susa-Şuşa-Sason-Sasun formlarıyla SS ve CC ünsüzlerini içeren isimlendirmeler eşlik edecektir. Bu denli yayılan bir halkın gittiği yere inançlarını götürmemesi ve gittiği yörelerin inançlarını etkilememesi olası değil. Ben, BL ve PL kavramının inançlarla ilgili olduğu sonucuna vardım.

Hitit'in imparatorluk dışında ana ülkesi iki büyük eyaletten oluşuyordu. Pala ve Tumana. Buna ilaveten Pala dili ayrıca kayıtlara geçmiş sözlüğü olan bir dildir. Hitit'in 'çekirdek ülkesi' sınırları içinde yer alan Katpatuka (Kappadokia)'da yani Halys (Kızılırmak) yayı çevresinde yer alan bugünkü Nevşehir'in ismi "Türkiyedeki Tarihsel Adlar" isimli Bilge Umar'a ait kitapta Scania olarak veriliyor. Hitit döneminde de PL-SC yanyana.

Yazılı kaynak olmadığı zaman dini kavramların ve şahsiyetlerin yer değiştirerek farklı kişilere ve kavramlara dönüşebileceği ihtimalini düşündüğüm gibi, aynı kişi ve kavramların farklı dillerde farklı isimlendirmelerle yer alabileceği ihtimalini de hesaba kattım. Kesinlikten kaçınarak belki de diyorum.. Êzdî inancında yer bulduğu anlaşılan Adem'in Hindistan'a gittiği şeklindeki sözlü anlatımlar gerçek boyutu da taşıyor olabilir. Çünki olumlamak yada reddetmek konusunda hiçbir veriye sahip değiliz. Kabullenmek kadar reddetmenin dayanaklarından da yoksunuz. O halde not edelim. Yanlışta olsa bilgi saklamak zararlı değildir. Yanlıştan kaçınmaya olanak sunar, bu anlamda bir yarar içerir.

Bilimde bilgiyi reddetmek yada küçümsemek yoktur. O güne kadar edinilmiş bilgilerle kıyaslamak ve tahlil etmek vardır. En aykırı ve en saçma görünen bilgi de sonuçta bir bilgidir. Doğruluğuna katılıp katılmamamız ayrı bir meseledir. Kuşkuyla yaklaşma hakkını bilimin bizatihi kendisi ilgili olan herkese verir.

Sonuçta, yazılı belgeden yoksun olduğumuz konularda ve hele oldukça girift olan mitoloji bahsinde kesin yargıya varmak son derece güçtür. Bunun yerine malzemelerimizi biriktirerek geleceğe saklamak daha yararlı olacaktır.

31 Ağustos 2008

Dicle'nin etimolojisi üzerine deneme..

Kaplan = Pılıng (Kürtçe)

Tigris = Dicle (Grekçe)

Tigra = Dicle (Medce) [Tigra: Ok anlamında, Strabon'a göre medler Dicle nehri'ne Tigra diyorlardı, ırmağın hızlı akışına işaret ediyormuş. Strabon, 11 XIV 8]

Tig Gal = Dicle (Sumerce) [Ulu ırmak anlamında. Tarih Ansiklopedisi Dicle Maddesi]

İdigna (İdidgnu) = Dicle (Sumerce) [İd = Irmak, Dig = Yüksek kıyı, Derin yatakta akan ırmak. Honigmann, RE Tigris maddesi]

İdiqlat/Diqlat = Dicle (Asurca, ilaveten Babil Akkadcası)

Tigra = Dicle (Akhamenişce, Medce ile aynı anlamda)

Dicla = Dicle (Arapça)

Dklat = Dicle (Ermenice)

KÜRTÇE.. Dik (Dig) = Herhangi bir akarsuyun iki kıyısından yüksekçe olanı. (Zazaki) La = Akarsu.

Grek Mitolojisinde (Tigris) Kaplan Nehir: Alphesiboia adlı su perisi Dionysos'a aşık aşık olmuş. Dionysos, onu istememiş ve üstüne kaplan saldırtmış. Alphesiboia da kaplanla birleşmiş ve Med'lerin atası sayılan Medos'u doğurmuş. (Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, s.42)

Grekler, Dicle'ye yukarda saydığımız halkların hepsinden daha uzak. Sumerler, Asurlular, Babilliler, Ermeniler, İranlılar, Medler, Ermeniler Dicle kıyılarında greklerden daha önceki zamanlardan itibaren varolmuşlardır. Ksenophon'un Anabasis'te bahsettiği Kardukları kürt kabul edersek kürtlerin de greklerden önce Dicle boylarında yaşadıklarını gözönünde bulundurmamız gerekecektir.

Anılan halkların kendi dillerinde Dicle'ye verecekleri bir isim bulamadıklarını, o güne kadar isimsiz kalmış Dicle'ye bir ad verebilmek için Greklerin bölgeyi istilasını beklediklerini düşünmemek elde değil.

İstila ettikleri yörelerdeki dağ, akarsu, ova isimleri gibi coğrafik isimleri ya tümden değiştiren yada kendi dilinde benzer bir isim bularak eski isimle birlikte eski kültürü de aşağılayan grek yaklaşımının açık belirtileri Tigris'e ilişkin grek söylencesinde açıkça sırıtıyor. Bizans'ın dolayısıyla greklerin devamı olan türklerin de aynı yolu seçtiklerini yakın dönem ismlendirmelerinden kendi tecrübelerimizle biliyoruz. Bu nedenle konu hakkında fazlaca yazmaya gerek görmüyorum. Grek söylencesinde zikredilmek zorunda kalınan Medos ismi ve medlerin atası denilerek daha önceki bir devlete ve halka atıfta bulunulmuş olması, Tigris sözcüğünün Tigra'dan bozularak Grekçe'de anlamlandırıldığını ve döneminde oldukça yaygın tapım gören Dionysos'un çapkınlığıyla gerekçelendirildiğini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanıtlıyor.

Kürtlerde ise ismin Sumerce versiyonu kullanılmakta. Sumer dilinin Hititlerden beri Kapadokya'ya kadar etki yaptığı, yeryüzünün yazıya geçmiş en eski hint-avrupalı dili olan Hititçe(nesili-nesice)'ye ilaveten kürt dili ile sumer dili arasında günümüz sözcüklerini kapsayacak ölçekte bir ilginin var olduğu gerçeğinden hareketle kürtlerin Dicle'yi "kaplan nehir" anlamında isimlendirmediklerini söyleyebiliriz. Kaldıki günümüz kürtçesinde pılıng (kaplan) sözcüğü yaşayan bir sözcük olup Dicla'nın telaffuzuyla benzerlik göstermemektedir.

Araplar, Digla ismini kürtlerden aldılar. Alfabelerinde 'G' ünsüzü olmadığı için 'C' ünsüzü ile telaffuz edip yazdılar (Gurgan'a Cürcan demeleri ve yazmaları gibi). Arap istilacıların yerini alan diğer istilacıların da arap alfabesini, dolayısıyla bu alfabenin zorunlu kıldığı yazım kurallarını esas almaları sonucu 1200 yılı aşkın bir zaman süresince eğitimde ve resmi yazışmalarda Dicla-Dicle formu kullanıldı ve bu nedenle yaygınlaştı. Kürt medreseleri de aynı yolu izlediler. Kürtler kendilerinden çıkan sözcüğü araplardan geri döndüğü haliyle alıp benimsediler.

Tigra, Med ve Akhameniş dillerinde kullanılan bir sözcük. Medce eski dönem kürtçesi, Akhamenişce eski dönem farsçası olarak kabul ediliyor. Aradan geçen 2500 yılı aşkın zaman süresince dillerin değişime uğraması kaçınılmaz. Günümüz kürtçesinde ve farsçasında 'tigra'nın 'G'si düşmüş. Sondaki 'A' seslisi de kullanılmıyor. Ok anlamındaki sözcük 'Tîr' şeklinde 'i' ünlüsünün şapkalı versiyonuyla teleffuz ediliyor. Farsça ve Kürtçe'de kelimenin yazımı ve telaffuzu aynı. Şapkalı 'i' vokali yayarak telaffuz etmeyi gerektiriyor. Vokalin yayılması kelimeden bir harfin eksildiğine işarettir. 'G' konsonantının sentax kuralı gereğince (ilk konsonant olması nedeniyle) düşmesiyle onun üzerini örtecek şekilde yayılarak okunuyor.

Sadece feyliler tîr yerine 'siham' diyorlar. Siham farsçanın bazı lehçelerinde de var.

Kelimenin Albancası 'shigjete' şeklinde.

Eski İranî dillerde (Medce-Akhamenişce) ok kelimesinde bulunan TGR konsonantları batı dillerinin bu arada grekçenin kaplan anlamına gelen sözcüklerinde var. Sadece konsonantlar değil vokaller de benzer. Tigra ile tiger'i karşılaştırınız.. Bununla bitmiyor. Kürtçede kaplan anlamına gelen piling kelimesinin ilk hecesi 'pil' İskandinav dillerinde tam tersine ok anlamına geliyor. İspanyolca 'flecha' sözcüğü yine ok anlamında. Akraba dillerde karşılaşılması kaçınılmaz olan yakınlık bahse konu dillerde ok ve kaplan kelimelerinin aynı kökten türetilmiş olabileceklerini kuvvetli bir ihtimal olarak düşünmemiz gerektiğini gösteriyor.

Oysa bizim tartıştığımız konu bu değil. Sözcükler üzerine linguistik bir yargıda bulunmayı da amaçlamıyoruz.

Bu arada bazı kıstasları hatırlamamız gerekir. Bugünkü sözcüklerden hareketle geçmişte kullanılan sözcükleri anlamlandırmaya çalışmak, yada sözcüklerin kökenine ilişkin bir yargıya varmak etimolojinin konusu değil. Etimoloji, tarihin yardımcısı bir bilim dalı olarak anlamı bilinen eski sözcüklerden hareketle günümüz sözcüklerinin kökenini, geçirdiği evrimleri, uğradığı değişiklikleri bir kronolojiyi esas alarak incelemeyi öngörüyor. Tersinden başlamak popülist bir yaklaşıma tekabül eder. Zaten bu nedenle popüler-etimoloji diye isimlendiriliyor. Kronolojinin ve yazılı belgelerin gözardı edilmesi etimolojinin son derece yanlış bir mecrada ilerlemesine neden olur.

Biz yine Tigra'ya dönelim. Tigra'nın ok anlamına geldiğini. Tîr'e dönüştüğünü, tîr'in ise kürtçe ve farsçada hala yaşayan bir sözcük olduğunu biliyoruz. Oysa ne kürtler ne farslar bugün Dicla yada Dijle derken 'tir'le ifade etmiyorlar. Sözcüğü Tîr kök sözcüğünden indirmiyorlar. Ok anlamında bir mana yakıştırmıyorlar. Med'ler kürtmüdür, değilmidir anlamında söylemiyorum. Böyle bir tartışma açmak için de söylemiyorum. Medler kürtlerin terkibinde vardır ama kürtlerin Dicla'yı isimlendirmesi Med dilinden gelen sözcükle çakışmıyor. Kelimenin kendisinin tanıklık ettiği gerçek bu.

Tig-Gal kelimesine bakalım. Tarih Ansiklopesinde yazılan türkî yorumunda 'Ulu Irmak' anlamına geldiği belirtilmiş. Önce Gal sözcüğünü alalım. Gal, Sumer sitelerinin yöneticilerine verilen kral-hükümdar anlamında bir sözcük. Rahip anlamında da kullanılıyor, ancak rahibin erk sahibi yani hükümdar olması halinde 'GAL' sıfatı veriliyor. Ulu anlamında değil. Sumerce ulu anlamına gelen sözcük 'LU' şeklindedir. Bir kral birden fazla siteyi ele geçirdiği zaman kendisine büyük kral yada yüce kral anlamında 'LUGAL' deniliyor. Lugal, imparator anlamına geliyor. O halde 'GAL' sözcüğü ulu anlamını taşımıyor. GAL'in kelime çevirisini esas almayıp rahip anlamından hareketle yücelik atfedelim. GAL sözcüğü, ırmak yada akarsu anlamlarına hiç gelmiyor. TİG de akarsu anlamına gelmiyor. O zaman Irmak nerede, hangi sözcükte?

'GAL' sözcüğünü kullanan bir başka halk yine Sumerler gibi rahip devleti olan Frigler'dir. Friglerde de rahiplere aynen Sumer'de olduğu gibi 'GAL' deniyor. Başrahip aynı zamanada ülkenin kralı durumunda ve kendisine güç sahibi, erk sahibi anlamında ARCHİGAL deniyor. GAL nehir anlamı da vermiyor.

Zig ve Dig kelimelerinin Sumer'in farklı dönemlerinde ve sitelerinde yüksek, anlamında kullanıldığını biliyoruz. Bu durumda, yakıştırılan 'ULU NEHİR' anlamlandırması acaba hangi sözcüklerde yatıyor sorusu ister istemez ortaya çıkıyor. TİG-GAL Sumerceye sadık kalınarak ancak 'yüksek kıyı rahibi' olarak çevrilebilir. TİG-GAL şeklindeki iddianın çevirisi oturmadığı gibi sözcüğün bizzat kendisini şüpheyle karşılamak için yeterli neden oluşuyor.

Sumerce 'İdigna' sözcüğü daha bir anlamlı oturuyor. Diğer dillerde Dicla (ar.), Dklat (erm.), İdiqlat/Diqlat (asur/akkad) gibi benzer isimlendirmeler olması formun doğruluğunu ayrıca teyid ediyor.

Fırat'a Sumerlerin 'Purato' demeleri, Purato'nun; Sumerce çok su taşıyan nehir anlamına gelmesi bu sözcükte nehir-akarsu anlamına gelen 'ATO' sözcüğünü tesbit etmemize yarıyor. ATO ile Dicla'nın isimlendirilmesinde 'İD' anlamına gelen nehir sözcükleri yakınlık gösteriyorlar. 'İD' sözcüğü, ilaveten Kürdistan'daki İdil ırmağının isimlendirmesinde de yer alıyor. Sumercesinin Honigmann tarafından doğru transkripe edildiği ve anlamlandırıldığı böylece açıklık kazanıyor.

Nehrin Kürtçe ismi Dicla. 'J'li versiyonunda yere alan 'J-C' dönüşümünü yukarda açıkladığım için yeniden değinmiyorum. Dicla iki heceli bileşik isimdir. İkinci hecede yer alan 'LA' sözcüğü herhangi bir dilden borçlanılmış değil. İsimlendirmenin Kürtçesi Sumerceden farklı ve özgün. 'LA' kürtçede akarsu anlamına geliyor. Masalla, Diyala, Dicla yada Dijle isimlendirmelerinde yer alıyor.

Baştaki DİC(J) hecesi kürtlerin bugün hala yaygın şekilde kullanıyor olmaları nedeniyle TÎR, TİJ(Güneş ışını), TUJ (Sivri-acı) sözcükleriyle ilgili değildir.

Kürtlerin dillerinde var olan ve günümüzde de kullanmakta oldukları bu temel sözcükleri sadece Dicla'ya münhasıran değiştirmiş olmalarına dayanak yapacağımız geçerli bir sebep yok ortada. DİC'in evrilerek değiştiğini söylecek olsak ilişkilendirmeye çalıştığımız kelimeler DİC'e dönüşmeden dilimizde varlığını sürdürüyor. O halde DİC farklı bir anlam taşıyor.

Dilimizde DİC şeklinde yer alan kök sözcüğün diğer dillerdeki isimlendirmelerde (dig-tig-diq-dk) yer almasına ilaveten özdeş denecek kadar yakın benzerlik gösteriyor oluşu da ortak bir sözcükle karşı-karşıya olduğumuz kanısını güçlendiriyor. Med, Fars, Grek isimlendirmeleri ok ve kaplandan hareketle sivri-hızlı özelliklerine vurgu yapan bir anlamı esas alırken, Sumerce ve Kürtçe anlam itibarıyla yükseğe ve yüceliğe vurguda bulunuyor.

Etimoloji, kronolojik sıralamayı gözetmek zorundadır demiştik. Tarihin kuralı da budur. Tarih önce yazılı vesikalardır. En eski vesikalar Sumer'e ait. Asur, Babil vesikaları Sumer'e göre daha yeni. Bu kronolojik tasnif DİC sözcüğünün Sumerce'den kürtçeye yada diğer dillere geçtiğini kanıtlamıyor. Sözcüğün yazıya ilk geçtiği formu açıklıyor ve diğer yazımlarla ilgisini kanıtlıyor. Kürtlerle ilgili olarak Kürtçe ve Sumerce arasında bir ilişkinin varlığını kanıtlıyor. Sumer ve kürt dilleri arasındaki ilişki sadece Dicla sözcüğüyle sınırlı değil. Sumer diliyle ilişkili birçok sözcük günümüz kürtçesinde yaşıyor.

2 Mayıs 2008

ZARFLAR...


Dalgalar vurur sahile
Biri gider biri gelir nafile.
Her dalgayı bir yenisi izler
Giden eski dalgadır
Gelense yeni
Bilmezler.

Kesintisiz dalgadır
Seyrine daldığımız
Dalıpta dalgalandığımız.
Bir dalga yeni
Bir dalga daha
Ulaşamaz hiçbiri sabaha.
Oysa dalgaların altındaki deniz
Hiç değişmeden
Hareketsiz
Durur ebedi
Hem ezelsiz.

Dalgalar gelir
Dalgalar gider
İşte gördüğün denizdir
Bakma sen
Adına dalga deriz
Unutarak
Dalgaya düşeriz.
Dalganın zarfında deniz
Hareketsiz sonsuzluğun
Çırpınışıdır şüphesiz.

Nakkaş tunç levhaya
Nakışlar işler.
Demetler muhayyilesini doludizgin
Murcun kerametiyle menevişler.
Bir nakış
Bir nakış daha
Kemiği büründürürcesine ete
Döker gerçeğini surete.
Gerçeği nedir nakkaşın
Neyi işler levhaya
Ustası gözün kaşın?
Eser ikmal olunca görürüz
Ruhundan üflediğini murca.
Aksedince timsal tunca
Levhanın mükemmeliyetinde
Yaşam buluruz.

Resmeylediği
Özünden kopagelendir nakkaşın
Levhaya vuran
Hayranlık uyandırarak
Karşımızda duran
Bizzat kendisidir akışın
Aksini kazımıştır levhaya,
Derenin yatağını oyması gibi
Su kavlince bükülürüz
Kaderin mecraında,
Ummana akar
Orada duruluruz.

Tunca akseden nefsin
Adına ben demişiz
Ayan olan dalgasıdır
Altında sırlarıyla deniz...
Oysa denizin dalgası
Sebeple tezattadır
Berrak bariz.

Hani ölü deniz
Canlı dalgaların müsebbibiydi..
Oysa cansız levhaya yansıyan
Sanatkarın canlılığıdır.
Ya da gerçeğin bir zarftan
Diğerine boşalması gibi.
Fiilin icracısı nakkaş da
Durağan suret olmuştur.
Devri daimin tecellisi dediğimiz
Bir başka aleme yol almış
Mukadder resmine göçmüştür
Artık zahiridir bilesiniz.

Ben ölürüm
Beni gömerler.
Yıllar sonra
Sen ölürsün
Seni de getirir yanıma gömerler.
Alırlar
Özümden edilmiş
Beni benden
Serperler sana
Toprak yerine
Çünki münezzehtir nedenden.
Karışır özümüz
Her zerresince
Ayrılık zamanımızdır
Benim benden
Senin senden.

Uzun yıllar sonrasında
İz yoktur geriye
Ne benden
Ne de senden
Bir tutam ot
Boy vermiştir
Üzerimizde
İki ayrı bedenden.
Yaşam bu
Biteviye demlenir de
Yeşerir ölümlerden.

Ve bir gün
Bir hükümdar ölür
Ölümü
Her yanda duyulur
Tebaası uygun mezar yerini
Aramaya koyulur
Aranan bulunmazmı?
Elbetteki bulunur
Özün zarfından aktığı yatak
Sultan ölüsüne
Mezar yeri ilan olunur.

Gömerler hükümdarı
Tam da yanı başımıza
Benimle senin
Döner serimi hikayenin.
Kimseler hatırlamaz
Eskinin nakkaşını
Ve de karışıp
Yekleştiği toprakdaşını
Hükümdar ölmüştür ya
Hengamenin biri bin.
Cennetlikmiş hükümdarımız der
Ehli telkinat
Aslını bilmeden bastığı kabrin.
Bakınız
Toprağı elenmiş gibi pak
Hayra alamettir yumuşak zemin.
Elhamdülillahi Rabbil-alemin.

Alırlar
Benim ve senin
Çürümüş kemiklerimizi
Yoğururlar özümüzü
Binlerce kez katarak
Bize bizi
Kerpice dökerler
Ol kerpici
Padişahın başucuna dikerler.

Gömerler
Sevdiği köpeğini de
Ayakucuna hükümdarın
Başlar tecellisi edvarın.

Bin yıl daha geçer aradan.
Ne hükümdardan
Eser kalır
Ne de mezardan.

Günün birinde
Bir testi ustası
Katıksız toprak ararken çevrede
Hükümdarın mezar yerini bulur
Nafakayı söktük yine kolayından
Diyerek mutlu olur.

Alır hükümdar mezarından
Yumuşak tozu
Onu ne geçmiş ilgilendirir
Ne de özü
Sadece
Şarap testisi yapmaktadır gözü.

Köpeğin ayakları
Testiye baş olur
Hükümdarın başı
Testiye ayak
Köpek
Testinin vücüdunda
Kesilir şah-ı mutlak.

Bir hükümdarın hükmü
Çok çok elli senedir
Testinin ömrüyse
Binlerle sene..
Söylermisin
Hangisi saltanattır
Asırla ölçülende?

Varlığın hangi suretidirki
Denizden dalgaya
Nakkaştan levhaya
Benden bana
Senden sana
Benden sana
Senden bana
İkimizden Yaradana akar,
Boşalır  şarap gibi
Birinden yekdiğerine
Yaşamla ölüm buluşanda,
Hilkat sarhoş olur
Başlar ayak
Ayaklar baş olanda.

Anladı aczini nisyan
İnsan ölümlü Tanrıdır
Tanrı ölümsüz insan.
Tasdik ve
İkrar eyledi acun
İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Biliriz ki
Her zerremizde
Nakkaşın hüneri metfun
Her birimiz diğerimiz oluruz
Vakit erişip
Vademiz dolanda.

Stockholm - 2006